Aylar önce Ege Meclisi’nde yazdığım bir yazıda “Örneğin Suriye’de bugün IŞİD’in karıştırıcı/parçalayıcı, PKK/PYD’nin yeniden düzenleyici/dizayn edici enstrüman olarak kullanıldığı dikkat çekmektedir” diye yazmıştım. Aslında 1990’lardan beri Ortadoğu haritası yeniden çizilmeye çalışılıyor. 1980’lerin başındaki Irak-İran savaşının ardından Saddam’ın Kuveyt’i işgalini bu sürecin başlangıcını oluşturdu. Batı dünyasının Saddam’ın işgaline yeşil ışık yakıp ardından onu marjinalleştirip kademeli bir şekilde tasfiye ettiği bilinen bir gerçektir. Bu süreçte Irak’ta Kürtler Batı’nın önemli bir müttefiki olarak işlev gördüler. Barzani ve Talabani’nin egemenliğindeki bölgeler önce Saddam etkisinden arındırıldı, sonra da özerk yapı haline getirildi. Daha sonra da Saddam’ın devrilmesinden sonra anayasa ile güvenceye alınan federal bir yapıya dönüştü. Bunda Türkiye’nin etkisini de gözden kaçırmamak gerekir. Özal’ın liderliğindeki Türkiye, Saddam’ı devirmenin öncülüğünü yaptı 1990’ların başında. O dönemi hatırlayanlar Özal’ın bir koyup üç alma politikasını hatırlayacaklardır. Oysa alınan o olmadı. Büyük bir sorun yaratıldı. Bırakın Irak’ın kuzeyini almayı ya da kontrol etmeyi PKK terör örgütü hedef büyülterek, oluşan kaotik ortamda saldırılarını arttırmaya ve kitleselleştirmeye yöneldi.

Türkiye ağır bedeller ödeyerek bu saldırılarla başa çıkabildi. Terör örgütünün aşırı özgünü onunla başa çıkmayı kolaylaştırdı. Çünkü kalabalık gruplar halinde saldırması onları daha görünür kılmıştı. Üstelik terörle mücadelede yapılan konsept değişikliği (saha hakimiyetine yönelinmesi) başarının önemli anahtarlarındandı. Türkiye, 1990’lardaki iç istikrarsızlıklarına rağmen bölgedeki gelişmeleri yakından takip ediyordu. Öcalan’ın yakalanması, Kuzey Irak’taki oluşuma daha az tepkiyle yaklaşımı beraberinde getirdi. Zaman içerisinde AKP’nin iktidara gelişi, Barzani ile uyumlu ilişkileri Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni rahatlatan nedenlerin başında geldi.

Arap Baharı’nın ardından Türkiye’deki iktidarın Suriye’deki otoriter Esad yönetimini devirmeye destek vermesi ve burada da Mısır’da olduğu gibi Müslüman Kardeşlere dayalı bir yönetim oluşması isteği tüm bölgesel aktörlerin katılımıyla Suriye’yi Iraklaştırma yoluna soktu. Ancak hem Esad yönetimi Saddam’dan farklıydı ve hem de arkasında bu kez kendini toparlayan Rusya vardı.

Özal’ın 1990’ların başında izlediği Saddam’ı devirme politikası nasıl Irak’ta bölgesel Kürt yönetiminin oluşuna yol açtıysa, AKP iktidarının 2010 sonrasında izlediği Esad’ı devirme politikası da buradaki PYD yapılanmasının önünü açtı. Irak’ta bir koyup üç alınamadığı gibi, Şam’da Emevi Camii’nde de namaz kılınamadı.

IŞİD’in bölgede yarattığı dağıtıcı ve parçalayıcı etki, Batı’ya bölgeyi yeniden dizayn etme, emperyalist müdahale imkanı yarattı. Burada müttefik ise Kürtler oldu. Bölgede radikal İslami akımlar yükselirken, Batı için onlar –İsrail gibi- güvenilir bir müttefik portresi çiziyorlardı ve üstelik seküler bir kimlikleri vardı.

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, bir süredir hem kendi içerisinde ciddi sorunlar yaşıyor ve hem de Irak merkezi yönetimiyle çatışma halinde… IŞİD’in bölgeden temizlenmeye başlaması, biriken sorunların bir şekilde çözülmesinin önünü açacak gibi görünüyor. Barzani yönetimi, kendi içerisindeki muhalif grupları baskı altında tutarken (sadece Kürt olmayan grupları değil, muhalif diğer Kürt grupları da), bölgesel parlamentoyu da etkisizleştirdi. Buradaki yapıdan bir demokrasi ya da parlamenter demokrasinin çıkmayacağı gayet açık zaten. Demokrasinin kentli, seküler, üretime dayalı ve sınıfsal temellerinden hiçbirine sahip değil bölge. Tam aksine etnik ve dinsel kimlikler üzerinden inşa edilmeye çalışılan yapı, yeni kanlı çatışmaların kapısını açmaya aday… İlave olarak Suriye’deki PYD yapılanmasının oluşturduğu fiili özerk Kürt kantonları, Barzani için tarihsel olarak rakip… Her ne kadar Barzani-PKK arasında çok ciddi çatışma yaşanmamış olsa da tarihsel olarak rakipler. Barzani’nin liderliğindeki yapı özerk iken, PKK/PYD yapılanmasının da özerk bir nitelik kazanması, onların Barzani ile eşitlenmesi anlamına gelecektir. Bu Barzani’nin kabul edebileceği bir şey değil. Bağımsızlığa yönelik 25 Eylül referandumunun nedenlerinden biri de bu… Elbette başka nedenler de var. Yukarıda sözünü ettiğim gibi bölgesel yönetimin kendi iç sorunları (siyasal, ekonomik, sosyal…) ve Irak merkezi yönetimiyle olan sorunları da ilave olarak sayılabilir. Tüm bunlardan kurtulmanın sihirli anahtarı olarak bağımsızlık referandumu görülmekle beraber, bu, bölgesel açıdan pandoranın kutusunun açılması anlamına de gelebilir. Bölgesel açıdan cehennemin kapıları açılabilir ve bu, emperyal güçlere yeni fırsatlar da yaratabilir. Bakalım, Barzani ne kadar kararlı? Göreceğiz.

Barzani’nin adımını atacağı Bağımsız Kürdistan fikri, domino etkisi yaratabilir. Suriye’nin ardından Türkiye ve İran hedef tahtasına oturabilir. Birleşik ve Büyük Kürdistan senaryosuna yönelik çabalar uzun vadede hız kazanabilir. Bu konuda İsrail’in ve Batılı güçlerin tavrını tahmin etmek zor olmayacaktır.

Türkiye bu noktada bölgesel açıdan İran’la işbirliği yapmak zorundadır.  Türkiye’nin dün Irak’ta ve bugün Suriye’deki yönetim değişikliği talebi yanlıştı. Nitekim Türkiye, yaptığı hatanın farkına vararak politika değişikliğine yöneldi. Zararın neresinden dönülürse kârdır, diyelim.

Irak ve Suriye’de üst kimliğe dayalı bir ulusal/seküler kimliğin inşa edilmemesinin yarattığı tabloyu bugün iki ülkenin 20-30 yıllık tarihine bakarak net bir şekilde görebiliyoruz. Türkiye, bunlardan ders çıkararak yurttaş ve birey kimliğini destekleyecek, seküler bir refah toplumu yaratmalıdır. Bu üretime dayalı bir ekonomiyle olmalıdır. İnşaat yaparak ya da düşük katma değerli üretimle mümkün değildir. Bunları yaparken bölgesel ittifaklar, çok yönlü açık ve şeffaf bir dış politika, Batılı demokratik değerler bağlamında hareket etmelidir. Cumhuriyetin kurucu değerleri bizim birleştirici çimentomuz olmalıdır. Cumhuriyetin kurucuları, savaşçı/fetihçi bir devlet kurmak istemediler. Onlar tarım toplumunu sanayi toplumuna dönüştürmek, eğitmek ve modern laik demokratik bir ulus devlet yaratmanın peşindeydiler. Eğitimi dinselleştirmek, değil eğitimi laikleştirmenin yolunu takip ettiler. Kız çocuklarının da en az erkek çocukları kadar okusun istediler. Erkekler okursa kadı, kızlar okursa cadı olur demediler. Kadılık sistemi de geçmişte kalmıştı zaten. Kızlar da erkekler de hukukçu, öğretmen, doktor, sanatçı, öğretim üyesi, eczacı, bilim adamı olsun istediler. Nitekim Cumhuriyetin bu okullarından mezun olanlar arasından Aziz Sancar’lar çıktı. Mevcut eğitim sistemimizden Aziz Sancar’lar çıkabilir mi? Artık bu ülkede eğitim sisteminden Aziz Sancar’lar çıkarmanın yanı sıra onları bu ülkede tutabilmenin yollarını bulmalıyız.

Sevgili dostum İbrahim Kaya’nın bugünün Türkiye’si için kullandığı “modernliği olmayan kapitalizm” tanımlamasının gayet yerinde olduğu fikrindeyim. Yine onun deyimi ile “moderndışılaşan” bir toplum söz konusu. Gerçekten de bunun somut örneğini geçenlerde yaşadık. Ahlaki olarak şort giyen bir kadına tekme atma hakkını kendinde gören birinin, vergi kaçakçılığından hapse girmesi manidar. Şort giyeni ahlaksız olarak görüp, vergi kaçırmayı ahlaklı olarak gören bir kafanın değişmesinin yolunu bulmak zorundayız. Üstelik bunun adı da muhafazakarlık falan değil…

 

Özetle bugün toplumun büyük bir çoğunluğu demokratik temellere dayanan bir refah toplumunda yaşamak ister. Ancak bunun için çalışmak, üretmek ve bilimsel temellere dayanmak zorunda olduğumuzu da kabul etmek zorundayız. Alt kimliklerin bu kadar ön plana çıkarıldığı, yurttaş ve birey kimliğinin zayıflatıldığı ve eğitim sistemin giderek dinselleştiği bir ortamda ne çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine ve ne de 2023, 2053 ve 2071 hedeflerine ulaşabiliriz. Hamaset iç politikada işe yarar ama uzun vadede toplumlara ciddi zararlar verir. Tüm bunlara rağmen karamsar olmanın gereksiz oluğu fikrindeyim. Türkiye, içinde bulunduğu sorunları aşacak güce fazlasıyla sahiptir.