Askeri darbeler, az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerin karşılaştıkları bir durumdur. Gelişmiş, kurumsal yapıları güçlü, toplumsal yapısı kent ve üretim ağırlıklı, eğitimli ve laik, iktidarın seçimle değişiminin gelenekleştiği ve olağanlaştığı ülkelerde ordunun siyasete müdahale etmediği görülür.

Türk tarihinin ordu-millet söylemi çerçevesinde şekillendiği söylenebilir. Bu bağlamda ordu, hep sistemin merkezinde aktif bir rol oynamıştır. Osmanlı Devleti’nde de durum bundan farklı değildir. İlave olarak Batı karşısında uğranılan yenilgiler karşısında reform çabasına iki alanda girildiği görülür: Birincisi ordu, ikincisi maliye. Başlangıçta ordunun yeniliklere direndiği söylenebilir. Bunun tipik ve somut örneği 1622’de Genç Osman’ın öldürülüşüdür. 400 yıllık bir geçmişten söz edebiliriz bu bağlamda. İlerleyen süreçte modernleşme süreci alan genişletse de modernleşme hareketinin odak noktası genellikle ordu oldu. Ordunun geleneksel yapısıyla yeni oluşturulan ordunun çatışması III. Selim’in öldürülmesi, Yeniçeriliğin kaldırılması ve 31 Mart ayaklanmasında da kendini gösterdi. Ordunun idare mekanizması üzerindeki etkisinin bir nedeni de ekonomikti. Maliye alanında yapılan reformlar ve tasarruf ihtiyacı, orduyu olumsuz yönde etkileyen nedenler arasındaydı. Dolayısıyla ve özetle ordunun ayaklanmasının iki nedeni yeniliklere direnç ve ekonomik anlamda alım gücünün düşmesiydi.

II. Meşrutiyet, orduyu doğrudan siyasetin merkezine taşıdı. İttihat ve Terakki örgütlenmesi içerisinde askeri bürokrasinin ciddi bir ağırlığı vardı. 1908’de dağa çıkarak II. Abdülhamit’i meşrutiyeti yeniden ilan etmeye zorlayanlar da bu askeri bürokrasi içerisinde yer alan genç subaylardı. Ordunun siyasete müdahalesi, meşruti demokrasiyi getirse de dağılma sürecini hızlandırdı ve üstelik ordu kendi içerisinde siyaseten bölündü. İttihatçı subaylarla Halaskar Zabitan arasındaki çatışma devleti olumsuz yönde etkiledi. Atatürk başta olmaz üzere az sayıda insan bunun sakıncalarına dikkat çekse de, İttihatçı kadrolar iktidarları için dayandıkları silahlı gücün siyasetin dışına çıkmasını ve dolayısıyla da güç kaybetmeyi istemediler.

Ordu, doğal olarak Kurtuluş Savaşı yıllarında da siyasetin merkezindeydi. Ordunun tekrar siyasetin dışına çıkarılması, 1924 yılında mümkün olabildi. Milli Mücadele yıllarında ordu komutanları aynı zamanda milletvekili olabiliyordu. Gücün tek merkezde, Meclis’te toplandığı bu yıllarda ordu, milletin ve meclisin ordusuydu. Ancak kurtuluş sonrasında bağımsızlık elde edilince, temel çatışma alanı çağdaşlaşma noktası oldu ve elbette ülkeyi kimin yöneteceği… Ortaya çıkan muhafazakar muhalefeti ve bu hareket içerisinde yer alan paşaları, Atatürk ordudan ayırarak sıradan birer milletvekili olarak Meclis’e taşıdı. TpCF, ordudan ayrılmış paşaların sivil muhalefetiydi. Yanlarına İttihatçıların İstanbul kanadını ve Birinci Meclis’teki İkinci Grup üyelerini alan TpCF, bir muhalefet cephesiydi. Muhalefet sivilleşirken, Atatürk, kendine bağlı ordu komutanı milletvekillerini Meclis’ten ayırarak orduya gönderdi. Mareşal Çakmak’ın yönetiminde 20 yıl boyunca ordu, siyasetin dışında ama modernleşme hareketinin en büyük destekçisi olarak varlığını korudu. Atatürk’ün vefatı ve İnönü’nün cumhurbaşkanı seçimi, 1950’de seçimle iktidar değişimi gibi hayati dönüm noktalarında bile sessiz kalabildi. Ordunun tekrar siyasetin merkezine girişi 27 Mayıs 1960 darbesi ile söz konusu oldu. Ordunun 36 yıllık siyaset dışılığı 1960’ta sona erdi.

Ordunun iktidara aktif son müdahalesinin 1913 Babıali Baskını ile sona erdiğini, 1924’te siyaset dışına çıkarılmakla da Cumhuriyet döneminin ilk darbesine kadar siyasi iktidarlarda bir ordu korkusu oluşmamıştı. Aslında 27 Mayıs, Türkiye’de kendinden sonraki darbelerin önünü açması ve idamlar dolayısıyla negatif yönüyle de dikkat çekmektedir.

Türkiye’nin son yüzyılındaki gelişmeler göstermektedir ki, siyasal cepheleşmeler, devalüasyonlu ekonomik krizlerle beraber demokrasinin kesintiye uğramasına yol açmaktadır. Örneğin 27 Mayıs öncesinde 1958 devalüasyonu ve Vatan Cephesi; 12 Mart öncesinde yine devalüasyonlu ekonomik kriz ve sağ-sol cepheleşmesi; 12 Eylül öncesinde ekonomik kriz, 24 Ocak kararları ve Milliyetçi Cephe; 28 Şubat öncesi 5 Nisan kararları (1994) ve Laik-İslamcı cepheleşmesi… Devalüasyonlu ekonomik kriz ve siyasal cepheleşme askeri darbelere ortam yaratmaktadır; ancak, bu ikisine üçüncü bir nokta ilave edilmelidir. O da, askeri darbe için dış destek (ABD/NATO onayı) sağlanmasıdır. Özetle devalüasyonlu ekonomik kriz ve siyasal cepheleşme askeri darbenin iç dinamiklerini oluşturmaktadır. Bunların tamamlayıcısı olarak dış onay devreye girmektedir. İç ve dış dinamiklerin tam olması, darbenin önünü açmaktadır. Bu noktada 15 Temmuz 2016 darbe girişimini ayrıca ele almak gerekmektedir.

Türkiye’de başarısız olan ya da bastırılan ilk darbe girişimi 15 Temmuz değildir. 1962-1963 yıllarında Albay Talat Aydemir’in İsmet İnönü’nün başbakanlığı döneminde bastırılan darbe girişimini anmak gerekir. İnönü’nün kararlı tutumu ve ordunun darbeye sıcak bakmaması, Aydemir’in başarısızlığını ve idamını beraberinde getirmiştir.

15 Temmuz 2016 darbe girişimi, Talat Aydemir’in darbe girişimi ile ve 12 Mart öncesindeki 9 Martçılarla benzerlikler gösterebilir. Ancak bu benzerlikler başarısızlık ya da yarım kalma noktasının çok da ötesine geçmez. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 eski Türkiye’ye özgü darbelerdir. 15 Temmuz 2016 ise yeni Türkiye’ye özgü bir darbe girişimidir. Şüphesiz tarihimizde pek çok darbe ya da darbe girişimi olmakla beraber 15 Temmuz bunların hepsinden farklıdır. Kökleri eski Türkiye’ye ve Soğuk Savaş dönemine dayanmakla beraber, FETÖ yapılanması Altın Çağ’ını yeni Türkiye döneminde yaşamıştır.

15 Temmuz darbe girişimini yapan FETÖ örgütlenmesi hiç şüphesiz dış destekli ve yabancı istihbarat organizasyonun himayesindedir. Ancak kökleri Türkiye’dedir. Bunu görmezden gelmek yanlış değerlendirmelere ve küçümsemelere yol açacaktır. Söz konusu köklerin Türkiye’deki dinsel cemaat ve tarikatlara uzandığı söylemek din düşmanlığı değildir. Kurtuluş Savaşı yıllarında ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Mustafa Sabri Efendi, Şeyhülislam Dürrizade Abdullah, İskilipli Atıf ve Şeyh Sait, yabancı devletlerle Türkiye aleyhine işbirliği yapmışlardır. Bu noktada Fetullah Gülen’den farklı değillerdir. Aynı yıllarda Börekçizade Rıfat Efendi, Denizli Müftüsü Ahmed Hulusi Efendi, İbrahim Tahtakılıç gibi Kuvayı Milliyeci din adamları da vardı. Mesele din adamlarının da yurttaşların da milli kimliğe sahip olabilmesidir. İşbirlikçilik her dönemin ürünü olarak ortaya çıkabilmektedir. Eğer FETÖ yapılanmasının iç dinamiklerini, uzantılarını ve tarihsel arka planını görmezden gelip sadece dış güçlere bağlarsak, yeni FETÖ’lerin önünü açmış oluruz. Şeyhe, lidere değil devlete, millete ve vatana bağlılık her şeyin üstünde olmalıdır. Eğitim sistemimizi bu noktada revize etmezsek ciddi sıkıntıların bizi beklediğini söylemek için kehanet olmayacaktır.

FETÖ yapılanmasına ilişkin TBMM Raporu ortada yoktur. Mahkeme süreçleri henüz tamamlanmış değildir. Bu konudaki kanıt ve belgelerin açık bir şekilde ortaya konması, ucu nereye giderse gitsin açıklanması ülkemizin geleceği açısından hayati önemdedir.

Uçağa kafa atarak magazinleştirerek destan yazılamayacağı açıktır. Alternatif tarih de yaratılamaz. FETÖ’cü yapılanma orduya tam egemen olmadığı, ordunun ana kadroları darbenin karşısında yer aldığı için darbe girişimi başarısız olmuştur. Halkın darbeye karşı tavır alması elbette takdire şayandır. Ancak darbenin yolunu Ergenekon-Balyoz davalarıyla devlete ve millete bağlı kadroların tasfiye edilmesinin açtığı gerçeğini görmek gerekir. 2004 sonrasında ordudaki FETÖ’cü subayların tasfiyesinin önlendiği gerçeği de unutulmamalıdır. Dolayısıyla suçlamaları bir kenara bırakarak soğukkanlılıkla ders çıkarmak, sorumlulardan özeleştiri ve hesap verme beklemek hepimizin görevi olmalıdır.

Son olarak 15 Temmuz hakkında millet olarak ve tarihçiler olarak uzun yıllar konuşacağız. Eldeki somut veriler artıkça daha ayağı yere basan yorumlar yapabileceğiz. 15 Temmuz’un son oluş noktasında Ak Parti iktidarının darbe girişiminden haberdar olduğu ve deşifre olmaları için –önlemini alarak- beklediği fikrindeyim. Ancak bunun bir komplo, bir danışıklı dövüş olduğu fikrinde değilim. Bu noktada Ergenekon-Balyoz şehitleriyle/mağdurlarıyla 15 Temmuz şehitlerini saygıyla anıyorum.