Atatürk’ün vefatının ardından cumhurbaşkanı olan İnönü’nün liderliğinde Türkiye’nin karşılaştığı en büyük tehlike İkinci Dünya Savaşı idi. Birinci Dünya Savaşı’ndan çıkarılan en büyük ders İkinci Dünya Savaşı’ndan uzak durmak oldu. Ancak savaşa girmese de Türkiye, “savaş ekonomisi” politikaları uygulamak zorunda kaldı. Savaş tehlikesi nedeniyle asker sayısının 10 kata yakın arttırılması, ordu mevcudunun bir milyonun üzerine çıkarak bir buçuk milyona yaklaşması nüfusa oranla (ülke nüfusu 17,8 milyondu!) bir hayli fazlaydı ve bu, üretimin düşmesine de yol açtı. Milli Korunma Kanunu, Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri Vergisi gibi uygulamaları beraberinde getirdi. Dönem içerisinde çıkarılan Köy Enstitüleri Kanunu ise, topyekun modernleşme projesinin savaş yıllarında bile sürdüğünün göstergesiydi. Diğer taraftan savaş ekonomisi neticesinde asker sayısının artması, üretici nüfusun askere alınması dolayısıyla üretimin düşmesi ve savaş ortamında ithalatın neredeyse imkansızlaşması, karaborsa ve fiyat artışlarını, karne uygulamasını beraberinde getirdi. Türkiye savaşa girmemeyi izlediği “denge oyunu” politikası sayesinde sağlasa da ve bir tek vatandaşının burnunun kanamasına izin vermese de, savaş ekonomisinin tüm yıpratıcılığını da hissetti. Nitekim bu koşullar, savaş sonrası dönemin muhalefetinin de ortamını hazırlamıştı. Köy Enstitüleriyle birlikte değerlendirilmesi gereken Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu CHP içerisindeki muhalefetin fitilini ateşleyen en önemli unsurlardan biri oldu.

Dörtlü Takrir ile CHP içerisindeki muhalefetin belirginleşmesi ve ardından meydana gelen kopuş, CHP’nin homojenleştiği anlamına gelmiyordu. Bir taraftan Recep Peker gibi otoriter eğilimliler, diğer tarafta 35’ler hareketi gibi daha liberal eğilimli olanlar ve parti içerisinde görev bekleyen/isteyen isimler (Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Nihat Erim…) arasında İsmet Paşa, yine denge siyasetini sürdürdü; bir tür satranç oyunu ile hem partisini çok partili yaşama hazırladı ve hem de CHP ile DP arasında bir tür hakemlik yapmaya yöneldi (12 Temmuz Beyannamesi).

1945 sonrasında çok partili hayata geçişin iç ve dış dinamiklerini birlikte değerlendirmek gerekir. Kurucu kültürün demokrasi idealiyle birlikte İsmet İnönü de, Atatürk’ün yarım bıraktığı Demokrasi Devrimi’ni tamamlamaya istekliydi. Daha 1939’da cumhurbaşkanı olmasının hemen ardından İstanbul Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, en büyük eksiğin ikinci bir siyasal partiyle ulusal egemenliğin tamamlanması olduğunu söyledi. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminin ardından dış konjonktürün de uygun hale gelmesiyle çok partili hayata geçilebildi. Savaş yıllarının sorunları ve memnuniyetsizlikleri de iç konjonktürde muhalif partinin/partilerin kurulabilmesine uygun ortamı sağladı. Ancak yine çok partili yaşama geçiş konusunda kararlılık sergileyen ve belirleyici olan Cumhurbaşkanı İnönü idi. Elbette önceliği yarım kalan Demokrasi Devrimi’ni tamamlamaktı. Buna ilave olarak İnönü, Türkiye’de kendisinin sağlığında seçimle iktidarın değiştiğini görmek istiyordu. Çünkü 1945’te 61, 1950’de 66 yaşındaydı. Bu, o zaman için ileri bir yaş sayılabilirdi. Süreç içerisinde aksayan konulara da müdahale edebilmeyi umuyordu. Gerçekten de “İnönü, Milli Şef olarak vefat etseydi ne olurdu? Yerine kim geçerdi?” sorusunu sormak anlamlıdır. Bu sorunun açık ve net bir yanıtı yoktur. Muhtemelen kaotik bir sürecin yaşanacağı açıktır. Dolayısıyla İnönü, böyle bir kaosu önlemek, seçimle iktidar değişimini kurumsallaştırmak/gelenekselleştirmek istiyordu. Bu bağlamda çok partili hayata geçişle ilgili farklı değerlendirmeler yapılmaktadır. Bunlardan birincisi erken geçildiğine ilişkindir. İsmet Paşa’nın ilerleyen yaşına binaen bunu kendi sağlığında gerçekleştirmek istemesi, bu eleştirinin yanıtı olabilir. Diğer taraftan iç dinamikleri ve İsmet Paşa faktörünü pek de dikkate almadan, çok partili hayata geçişi dış dinamiklerle açıklayanlar vardır. Konuyu dış dinamiklerle açıklayanların hareket noktası, İkinci Dünya Savaşı’nı ABD, İngiltere gibi demokratik ülkelerin kazanmasıdır. Dolayısıyla onların savaşı kazanması, Türkiye’nin çok partili hayata geçmesine neden olmuştur tezi, doyurucu bir açıklama olmaktan uzaktır. Öncelikle Cumhuriyetin kurucu kültürünün demokrasi ideali hatırlanmalıdır. Bunun dışında İnönü faktörü dikkate alınmalıdır. Savaşı demokratik ülkelerin kazanması –SSCB dışında-, Türkiye’nin Sovyet tehdidi dolayısıyla Batı ittifakı içerisinde yer almak istemesi, çok partili hayata geçişin ana nedeni olarak kabul edilemez. Türkiye, çok partili hayata geçmeden de Batı ittifakı içerisinde yer alabilirdi. Bunun tipik örneği Portekiz’dir; Salazar diktatörlüğüyle yönetilmek Portekiz’in 1949’da NATO’nun kurucu ülkelerinden biri olmasını engellememiştir. Dolayısıyla İnönü’nün Milli Şefliğinde Türkiye de NATO içerisinde yer alabilirdi.

1950’de gerçekleşen iktidar değişikliği yakın dönem Türkiye tarihi açısından anlamlıdır. İlk parlamento seçimini 1877 yılında yapan Türkiye’de, seçimle iktidarın değişimi 1950 yılında, aradan 73 yıl geçtikten sonra gerçekleşebildi. Bir tek parti yönetiminin seçimle ve kansız bir şekilde iktidarı muhalefete devredebilmesi görülmüş bir uygulama değildi. İstisnai bir durumdu.

Türk demokrasi tarihinin en önemli seçimine girerken CHP, özellikle dış politika başarısına ve İnönü’nün deneyimini seçim propagandasının merkezine aldı. Oysa İkinci Dünya Savaşı’nda izlenen savaş ekonomisinin tüm ağırlığı ve savaş sonrasında devam eden ekonomik kriz, seçmenin oy vermesinde daha belirleyici oldu. CHP ve İnönü, Birinci Dünya Savaşı’ndan ders çıkararak ülkeyi savaşa sokmadı. Bu Türkiye açısından büyük bir şanstı. Nitekim 1950 seçimlerinde CHP’ye % 39’luk bir oy sağlayan nedenlerin başında gelmekteydi. DP ise savaş yıllarında ezilen geniş kitlelerin –özellikle köylülüğün- temsilcisi olarak, ekonomik sorunlara ve geçmişin baskıcı uygulamalarına vurgu yapmakta, daha çok özgürlük ve refah vaat etmekteydi (işçilere grev hakkı, yol vergisinin kaldırılması...). Bunlar da DP’ye % 52’lik bir oy sağladı. Aslında çoğunluk sistemi değil de, nispi seçim sistemi olsa TBMM’de dengeli bir dağılım ortaya çıkabilirdi.

1950’de ekonomi ve özgürlük talepleri, dış politikadan daha ağır bastı ve seçim sonuçlarını belirledi. Benzer bir durum 2023 seçimlerinde olabilir mi? Elbette mümkün. Böyle bir sonuç halinde bir kere daha seçimle iktidarın değişimi söz konusu olabilecek. AK Parti’nin iktidara gelişinde 2001 ekonomik krizi belirleyici olmuştu. 20 yıllık iktidarın ardından iktidarın izlediği sorunlu politikaların da etkisiyle yeni bir ekonomik kriz ile karşı karşıyayız. Bu daha fazla demokrasi ve özgürlük talepleriyle birlikte 1950 sürecini andırıyor. AK Parti ve Erdoğan’ın NATO’ya üye olmak isteyen İsveç ve Finlandiya karşısında izlediği aktif politika, Ukrayna’daki dengeleyici tavrı ve Suriye’ye yönelik olası operasyonu seçimleri kazanmaya yeter mi? 1950’de yetmemişti. Bugün de yetecek gibi görünmüyor. Çünkü mevcut ekonomik kriz sona erecek gibi görünmüyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu süreçte kullanabileceği bir strateji daha söz konusu olabilir. Bu, cepheleşme siyasetini yeniden canlandırmak olabilir. Aslında siyasal cepheleşme İkinci Meşrutiyet’ten beri Türkiye’nin kanayan yarası:

  • İttihatçı-İtilafçı cepheleşmesi (1908-1922)
  • Vatan Cephesi (DP-CHP, 1958-1960)
  • Sağ-Sol cepheleşmesi (1965-1980)
    • Milliyetçi Cephe (1975-1980)
  • Laik-İslamcı cepheleşmesi (1990’lı yıllar)

Günümüzde de devam eden ve görece daha düşük yoğunluklu olan Millet İttifakı-Cumhur İttifakı cepheleşmesi, seçimler yaklaştıkça tırmanacak gibi görünüyor. Aslında siyasal cepheleşme tarihimizde yeni bir şey değil. Ancak, bugün Türkiye’yi yönetenlerin tarih anlayışını ve siyaset tarzını belirleyen Necip Fazıl’ın bir şiiri cepheleşmenin, bir düşman yaratmanın ve onun üzerinden kendini var etmenin ne kadar işlevsel olduğunu gösteriyor:

“Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın;

Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın!..”

Bakalım düşman yaratma siyaseti ne kadar işe yarayacak? Benim gibi tarih ve siyaset melezi bir alan çalışanların yanı sıra millet olarak heyecanla izleyeceğimiz bir süreç olacak.