Vaktin zamanında bir çiftçi varmış. Dağın başında yaşarmış. Şehirle pek işi olmazmış çiftçinin. Şehirden tüccarlar gelip adamın mahsullerini ve sütünü alırlarmış. Gelirken yanlarında adamın neye ihtiyacı varsa getirirlermiş. Ekinlerini yeşermesinden ve hayvanlarının sağlıklı üremesinden başka bir düşüncesi yokmuş çiftçinin. Ama bir gün şehre inmeye karar vermiş. Dağdan aşağıya doğru yürümeye başlamış. Lakin yol hayli uzun. Yolda karnı acıkmış tabii ki. Önünden geçtiği çitlerin üzerinden atlayarak bir meyve ağacının üzerine çıkmış. Elmalardan yemeğe başlamış açlığını yatıştırmak için. İkinci elmayı yerken kafasına çarpan taşla birlikte düşmüş ağaçtan. Yanına kır saçlı bir adam koşarak gelmiş. ‘Niye benim arazime girdin?’ demiş. ‘Neden elmalarımı yedin?’ diye bağırmış. Çiftçi şaşırmış tabii. ‘Senin arazin mi?’ diye sormuş. ‘Ağaç kimseye ait değildir. Onu buraya kim diktiyse herkes için dikmiştir. O ağaç bize emanettir’ demiş çiftçi. Bunun üzerine adam sinirlenmiş. ‘Sen beni aptal yerine mi koyuyorsun?’ diye çıkışmış. ‘Çitleri de mi görmedin?’ demiş. Çiftçi şaşkınlık üstüne şaşkınlık yaşıyormuş. ‘İyi de bu çitler hayvanlar için değil mi?’ diye sormuş. Çitin bir o tarafına bakmış bir bu tarafına bakmış; “İki yanı da aynı değil mi? Yerdeki bu otlar o tarafın sana ait olduğunu biliyorlar mı acaba? Buna göre mi yetişiyor yoksa otlar?” Adam iyice sinirlenip çiftçinin üzerini yürümeye kalkınca çiftçi de çaresiz uzaklaşmış oradan.

 Hem başı da kanıyormuş. Eli başında yürümeye devam etmiş. Şehrin girişinde bir pazaryeri görmüş. Pazarda sıcak ekmekler varmış. Satıcıdan bir tane ekmek istemiş. Açlıktan bayılmak üzereymiş bizim çiftçi. Satıcı bir ekmek uzatıp karşılığında para istemiş çiftçiden. Parasının olmadığını söylemiş çiftçi, ‘Eğer istersen sana meyve getirebilirim’ demiş. Satıcı kızmış. ‘Paran yoksa ekmek de yok!’ demiş. ‘Açlıktan ölsen de vermem ekmeğimi.’ Çiftçi ne diyeceğini bilememiş. Yürümeye devam etmiş. İleride bir kalabalık görmüş. Gösterişli kıyafetler giymiş olan adamı fark etmiş kalabalığın arasında. Herkes önünde eğiliyormuş adamın. Çiftçi neler olup bittiğini anlamamış. Askerlerden biri yanına gelip kafasına vurmuş. Hemen eğilmesini istemiş çiftçiden. ‘Neden ama?’ diye sormuş çiftçi. Asker kalabalığın arasındaki o gösterişli adamın bir kral olduğunu söylemiş. Kral isterse bir emir verir ve çiftçiyi hemen öldürtebilirmiş. Çiftçi işlerin neden böyle olduğunu çözemiyormuş bir türlü. ‘İyi de… Bu adam benim kralım mı? Hem neden benim kralım olsun ki? Ben dağda kendi başıma yaşıyorum.’ Demiş. Asker çiftçinin suratına şiddetli bir tokat atarak uzaklaştırmış onu kalabalıktan. Çiftçinin burnu kanamış. Çaresizce dağa dönüp düşünmeye başlamış. ‘Ben bitkileri ve hayvanları yaşatarak sağlıyorum yiyeceğim yemekleri ama şehirdekiler yaşamı hapsederek, yok ederek var oluyorlar’ demiş. O günden sonra bir daha şehre hiç inmemiş! 

Biliyorum bu basit hatta çok basit  bir öykü; ama bizi de öyküdeki çiftçiden hiç farkımız yok. Biz yediğimiz tokatlarla, kafamıza inen taşlarla, yediğimiz polis coplarıyla artık aptallaştık. Yaşamın yok edildiğini anlamıyoruz!

Aslında yaşam kendisini üretir.

Ama iktidarın amacı görüyoruz ki yaşamın kendisine saldırmak!

Mevcut düzen senden iradeni aldığında ve bir hayal âleminde var ettiğinde sen anın gerçeğini idrak edemezsin ve asıl gerçek olan yaşamı algılayamazsın. Bir süre sonra yaşamın yok edilmesine kayıtsız kalırsın. Ölüm senin için sadece bir sayı olur. Kaç kişinin öldüğünü sayar, sonra unutursun. Yaşamı seçmek, iradene sahip çıkmaktır. İradene sahip çıkmak, yaşamı seçmektir. Attığın her adım, yaşamı seçmeli!

Allah seni yaşamı idrak etmen için buraya koydu. Uyuduğunda idrak olmaz, yaşam da olmaz.

Onun için toprağına, tohumuna, suyuna, havana ve yakında önüne gelecek sandıkta mutlaka ama mutlaka reyine de sahip çıkacaksın...

Işık ve sevgiyle kalın!