Vaktin zamanında yıl 1352’yi gösterdiğinde, Ankara’nın Solfasol köyünde, Koyunluca Ahmet diye bilinen akıllı çalışkan bir köylünün bir oğlunun dünyaya geldiği söylenir. Anlatılanlara göre evin üçüncü oğludur. Adını Numan koyarlar. Numan, Koyunluca Ahmet’in diğer oğullarına hiç benzemiyordu.  Gözlerini dünyaya açmasıyla her şeyin düzeni değişmiş, işler kolaylaşmış,  kısmetler açılmış, evde herkesin yüzü güler olmuştu. Yıllar geçtikçe, bu kolaylık, bu bereket, bu güzellik daha da bereketlenerek artacak, Numan’ın asıl adı unutulacak ve bu küçük çocuk, bütün Anadolu’nun sevgi ve inanç durağı olacak,  sonraları Melamilik piri olarak insanlık aleminde devamlı anılacaktı… Koyunluca Ahmet, karısının yanında oturup, küçük Numan’ın beşiğini tıngır mıngır sallayıp kulağına fısıltıyla hikayeler anlattığı o günlerde elbette işin bu kadarını bilmiyordu. Hele onun Hacı Bayram Veli adıyla yüzyıllardan yüzyıllara devredileceğinden hiç mi hiç haberi yoktu.

Onu doğuran ana içtenliğin, sevginin, inancın ta kendisiydi. O da sütünü emen bu pespembe dudakların; yarın, yüz binlerce insanı, varlığı hazinesinden gürül gürül coşkuyla akan sevgi, melamet neşvesi ve dostluk duygularıyla besleyip olgunlaşmasına vesile olacağından da habersizdi.

Solfasol köyünden Koyunluca Ahmet oğlu Numan, büyüdü, okudu ve günün birinde de Ankara’da Melike Hatun tarafından yaptırılan Kara Medrese’de ders vermeye başladı. Nerede, kimlerden ders aldı ve okudu, maalesef şu an bilemiyoruz. Tarihler onu tanıdığı zaman, Müderris Numan genç, yetkin,  olgun ve bilgili bir insandı.

Yöredeki başka hocaların öğrencileri bile bir fırsatını bulur bulmaz gelir, onun kürsüsünün dibine çökerdi. Ne muhteşem konuşuyor, bildiklerini ne kadar kusursuz bir üslupla anlatıyordu. Bu kadar bilgiyi, bu genç yaşında nasıl elde etmişti? Onu dinleyenler, bunun imkansızlığını düşünür. Sonra aralarında, Bu bir ihsan! Bu bir Allah vergisi! diye, karar verirlerdi.

Onun ders saatlerinde Kara Medrese dolup taşmaya başlamış, insan almaz olmuştu.

Koyunluca Ahmet oğlu Numan, bir bakıma bu durumdan memnundu. Ankaralıların hatta bütün Orta Anadolu’nun kendisine kalben gösterdiği ilgi ve itibar hoşuna gidiyor,  göğsünü kabartıyordu. Bu ilgi, onun yaşında pek az insana nasip olabilirdi. Ne zaman sokağa çıksa, önü ardı insanlarla doluyordu. Herkes, ona hizmet edebilmek için birbiriyle yarış halindeydi. Her mecliste en itibarlı yer onundu. Bilmediği, akıl erdiremediği şey, hemen hemen yok gibiydi. Kendi kendine neyi sual etse, cevabını içinin bir köşesinde muhakkak buluyordu. Sözün kısası, Allah ona şeref, ilim, itibar, şöhret ne dilediyse vermişti.

Acaba, bütün istediği bu muydu? Acaba dünyaya gelişinden murat bu muydu? Bundan ibaret miydi? İşte Müderris Numan’ın cevap veremediği belki de tek soru. O zaman, içini karanlık bulutlar kaplar, dünya gözünde küçülür, daralır, sıkıntılı bir hal alır; gözü ne kitaplarını, ne danişmentlerini, ne de medresesini görürdü. Bu hali üzerinden kolayca atabilmeye henüz gücü yetmiyordu. Müderris Numan Lahavle çeker, sıkıntıları içinden kaybolurdu.

Vakit, saat ve zaman tamam olmamıştı henüz!

Bir gün medresede coşup taşmış, ders verirken, dili sürçtü, söylemek istediğini bir türlü söyleyemedi.

Bu durum, başına ilk kez geliyordu. O gün, baştan beri kendisinde bir acayiplik hissetmişti. Kalbi güçlü bir el tarafından sıkılıyor gibiydi. Kendini toplayıp, gene dersine devama çalıştı.  Ama hiçbir gün konuşmakta bu kadar güçlük çekmemişti. Acaba, derste uygunsuz biri mi var diye etrafını araştırdı. Evet, bir yabancı vardı. Gözlerini yere dikmiş, huşu içinde onu dinliyordu. Yüzü gözü aydın, temiz pak bir insan görünüyordu. Öyle, onun dilini bağlayacak bir yabancı hali yoktu. Ders böyle sıkıntı içinde sona erdi. Müderris Numan, kimseyi görmek, kimseyle konuşmak istemiyordu. Acele medreseden çıkıp yola koyulmuştu ki, dersteki o yabancıyı karşısında buldu, Selamlaştılar. Yabancı: “Ben, Şeyh Şücai Karamani’yim” dedi. “Kayseri’den geliyorum. Senin için geldim. Sana haberim ve bir davetiyem var!”  “Safa geldin; İnşallah hayır haberler getirdin. Buyur anlat bakalım!”

“Mürşidim, Şeyh Hamit Hamideddin’i tanır mısın?” “Bursalıların Somuncu Baba, Ekmekçi Koca diye çağırdıkları bir zat vardı, onu mu?” “Evet! Şimdi Kayseri’dedir.” “ Tanımaz olur muyum, ünü de erdemi de bizce malumdur. Fakat bunu neden soruyorsun?”

Şeyh Şücai Karamani cevap verdi. “ Çünkü, hocamdan sana selam getirdim;’ Engürü’de, Kara medresede Numan adlı bir müderris vardır. Git, onu davet eyle, bize gelsin. Akıl ve bilgi yolu, güzel yoldur. Ama kolay yoldur; her aklı olan yapar.’ buyurdu. ‘O, daha yüksek mertebelerin adamıdır’ dedi. ‘Bilgisi onun ayaklarına bağ oluyor, ilerleyemiyor, gelsin de, onu bilgisinden kurtaralım. O, aşk ve sefa göklerinde uçsun. O, bilginin esiri olacak adam değildir. Ona efendilik yaraşır’ diye sana haber gönderdi.”

Müderris Numan’ın aklı allak bullak olmuştu. Bunca yıl, bu bilgiyi elde etmek için çalışmamış mıydı? Bugüne kadarki kazançlarından böyle, bir kalemde vazgeçebilir miydi? Sonra, nasıl işti bu? Bir insan, onu bilgisinden nasıl azat edebilirdi?

Numan, artık hiçbir sorusunu yanıtlandıramaz hale gelmişti. Hani, eskiden bir soruya bin yanıt bulabiliyordu. Şimdi bir şeyler oluyor, o mamur, şen ve rahat olan gönül şehrinde, taş taş üstünde kalmadan yıkılıyordu. Kendi de farkında olmadan Şücai Karamani’ye sordu:”Ne zaman gidelim?” Şücai gülümsüyordu: “İstersen sabah erkenden yola çıkarız.” Ne tuhaf ki Numan gene sordu : “Akşam olsa olmaz mı?” “Sabahı bekleyecek takat var mı ki? Böylece, hemen o gece yola koyuldular…

Kayseri’ye vardıkların da Ebu Hamit Hamideddin’le Müderris Numan nasıl buluştular, neler konuşup, neler görüştüler, bilmiyoruz. Zaten, bu büyük mürşitlerle, büyük müritlerin aralarında geçenler, aslında her zaman sır olarak kalmıştır.

Ebu Hamit Hamideddin yani Somuncu Baba, anlaşılan o ki bu dünyaya Numan’ı yetiştirmek için gönderilmişti. Eh ‘ Bu da az ve küçük bir iş değildi. Numan, zamanı yenen, ona hükmeden bir eren adayı idi. Zayıf yanı ilmini beğenmesi,  ilmine güvenmesiydi. Ama, kendisi de bu ilmi Alaeddin Erdebili’den öğrenmişti. İlim ise mecaz anlamda bir nevi dedikodu “ Kıyl ü kaal”idi!  Onun için ilk iş,  Numan’a bilginlerin, öbür alemdeki mertebelerini, sonra da aşıkların mertebelerini ayan etti ve “Kangısını istersen anı seç” dedi. Bunu nasıl, ne yolla gösterdi, bu aklımızla biz bilemeyiz. Numan kendisine gösterileni gördü. Eksiğini anladı. İlmini, şöhretini, itibarını Ebu Hamit’in önüne döktü: “Bütün bunları al.” dedi. “Bütün bunların yerine benim eksiğimi ver.” Bu eksiği aşktı, sevgiydi. “Aşk gelince cümle alem eksikler biter!” Bu müjdeyi unutmamak gerekiyordu.

Sonra, beraberce geziye çıktılar. Şam’dan geçip Mekke’ye gittiler. Numan, hacı oldu. Hacdan gene beraberce Aksaray’a döndüler. Ebu Hamit Hamideddin, bir rivayete göre Aksaray’da öldü. Ölürken, hilafet ve emaneti, en sevgili müridi Numan’a teslim etti. Artık buralarda durması için bir sebep yoktu. Görevi, asıl şimdi başlıyordu. Mademki alacağını almıştı. Ankara’ya dönebilirdi. Geldiği yollardan geçerken: “ O Numan, bu Numan mı?”diye düşünmekte haklıydı. Arada çok fark vardı. Onun gerçeği, anlamı değişmişti. Yıllar yılı onu bekleyen Ankara, sanki dün ayrılmışlar gibi, ona kollarını açtı. Ancak artık Melike Hatun’un Kara Medresesinde ders vermiyordu kimseye verecek dersi kalmamıştı.“Tabl ve nakkare, tuğ ve alem ile çarşıda pazarda devreleyip” aşk ve meşk içinde dolaşıyor. Zaman zaman kendine sorduğu da oluyor: N’oldu bu gönlüm, n’oldu bu gönlüm? / Derdi gamımla doldu bu gönlüm. / Yandı bu gönlüm, yandı bu gölüm. / Yanmada derman buldu bu gönlüm….

Hacı Bayram yar ile bayramda; etrafındaki sayısız müritleri safa ve seyranda ola dursunlar. Dünya bu, hep tatlı tarafından döner mi?

Gönlü kara, aklı kuşkuda olanlar korkmaya başladılar. Hünkar’a her gün, yeni bir haber ulaştırıyorlardı. “Hacı Bayram namında kişi, Ankara’da hayli mürit cem edip, bazı kelimatı asılsız söyleyip haşa, halkı aldatıyor ve muhtemelen saltanata kastediyor.”

İkinci Sultan Murat, bir zaman geldi ki, Anadolu’dan sürekli sadece bu haberleri alır oldu. Osmanlı birliği yeni kurulmuş, kardeş kavgaları henüz kapanmıştı. Saltanatı tehlikeye koyacak her harekete karşı uyanık olmak lazımdı. Sonunda, Edirne’den iki çavuş görevlendirilerek yola çıkarıldı.

Ceplerinde ferman, Ankara’ya yaklaşan çavuşlar, yolda son derece aydın, insanın gözlerini kamaştıracak derecede güzel, kuvvet ve kudreti her halinden belli birini gördüler, selamlaştılar. Yolcu, çavuşlara: “Nereden gelip,  nereye gidersiniz?” diye sordu. “Hacı Bayram derler bir iddiacı varmış; fesatlıklarını hünkara arz ettiler. Ferman çıktı, onu saltanat başkentine götüreceğiz “ dediler. Hacı Bayram güldü: “O dedikleri, bu fakirdir” dedi.

Çavuşlar titremeye başladılar. Yeryüzünde böyle ışıklı bir yüz görmemişlerdi. Onun başka bir türlü olduğu her halinden belliydi. Çavuşlar; “ Geri varalım, söylenenlerin yalan olduğunu Hünkara arz edelim. Biz sizi derdest edip nice götürürüz?” diye sızlanmaya başladılar. Ama o: “Ben bunun için yola çıktım, sizi beklerdim. Kanun koyucunun fermanı yerine getirmek gerekir. Yanınızda olan zincirleri bent kılın, gidelim” dedi. Çavuşlar, “ Size o kadar küstahlık edemeyiz.” diye ağladılar ve birlikte yola koyuldular.

Maksat İkinci Murat’la görüşmek; nasip alıp nasip vermekti. Zincirli gitmiş, zincirsiz gitmiş, ne gam!

Ne var ki, asıl oyun Hünkara oldu. O karşısında devletin selametine ve tahtına kastetmiş bir sergerde beklerken, iyilik ve güzellik ışıklarıyla pırıl pırıl bir ermiş bulmuştu.

Utansın mı; ağlasın mı, dövünsün mü? Ama öbürü, “Hiçbir şey gerekmez.” diyordu. “Mademki birbirimizi bildik ve bulduk.

Evet, Hünkar da, Hacı Bayram da aynı anlamın adamlarıydılar. Alacaklarını aldılar, vereceklerini verdiler. Sıra döndü dolaştı, dünya malına geldi. Sultan İkinci Murat, Hacı Bayram’ın gönlünü nasıl alacağını bilmiyordu. O kadar çok ihsanda bulundu, o kadar çok armağan verdi ki etrafındakiler söylenip, dedikoduya başladılar. Saati gelince Hacı Bayram bütün bu ikramları ortaya döktü ve “Devletlim!  Bizim, dünya malında, varlığında gözümüz yok. Verdikleriniz hiçbir işimize yaramaz. Siz onları alın ve nerede lazımsa, orada sarf edin! “

Hünkar gene de ona bir şey vermek istiyordu. Çok ısrar edince Hacı Bayram: “Şu halde izin ver de bana bağlananlar vergi vermesinler ve askere alınmasınlar.” dedi.

Bu belki Orta Anadolu’nun güç şartları altında yaşayanlara kolaylık olsun diye, belki de daha sonra gelişecek bazı olayların hazırlayıcısı olarak öne sürülmüş bir istekti, bilemeyiz. Ne var ki Hünkar, bu dileği derhal kabul etti.

Hacı Bayram, Edirne’de misafir olduğu sürece Eski Cami’de ders vermişti. Evliya Çelebi, onun konuştuğu kürsünün, camide bir köşede saklandığını söyler. Kürsü üzerinde “Makamı Hacı Bayram Veli” yazarmış. Kimse, o kürsüde oturmazmış. “Zira o kürsü erenler makamıdır” diyorlar. “Rivayet edilir ki Sultan Ahmet Han, Edirne’ye her geldiğinde,  ısrarla bu kürsüye çıkmak istiyor. Çıkma diye rica ediyorlar. Ama bir gün dinlemeyip kürsüye çıktığında, Bismillah bile diyemeden, ağzı dili tutuluyor.”

Hacı Bayram Veli, Ankara’ya dönmek için İkinci Sultan Murat’tan pek zor izin koparmıştı ama Edirne’den doğru kendi memleketine dönmedi, Gelibolu’ya geçti. Orada neticelendirilecek bir işi vardı. Gelibolu’nun ünlü bilginlerinden Yazıcızade Mehmet ve Ahmet Bican kardeşleri uyarması ve irşat etmesi gerekiyordu. Onlarda, yanmaya hazır iki kav gibi onu bekliyorlardı. Hacı Bayram Veli taşı taşa sürttü, ortalığı ateşledi ve Bolayır’a geçiverdi.

Gelibolu’daki bu kıcacık durak, memleketi alt üst etmeye yetmiş, dedikodu almış başını yürümüştü. Dostları Yazıcızadeler’le alay ediyor, “Hacı Bayram gibi bir adama neden baş eğdiniz, nasıl diz çöktünüz “ diye demediğini bırakmıyorlardı. “Onlar, bilgindiler, erdem sahibi idiler. Ya Hacı Bayram! Ne idüğü belirsiz bir derviş!”

Bolayır’dan Gelibolu’ya dönen Hacı Bayram, Yazıcızadeler’i böyle bir dost meclisinde didiklenirken buldu.  Durumu hemen anladı, diz çöküp o da meclise katıldı. Meclistekilerden bir allame: “Dervişim, bir şeyler buyur da bizi aydınlat, bu fırsat, her zaman ele geçmez!”

Varsın alay etmek istesin, Hacı Bayram Veli, sözü ciddiye aldı: “Ne dinlemek İstersiniz!” diye sual etti. “Bize Fatiha’nın yorumunu yap da kulaklarımızın pası gitsin, gönlümüz nurlansın.” deyip kıs kıs güldüler.

Tam o sırada, yoldan bir Rum delikanlısı geçiyordu. Bayram seslendi: “Delikanlı hele buraya bir geliver! ” dedi. Meclistekiler: “Türkçe bilmez o, adalardan yeni gelmiş! ” dediler. Bayram eliyle işaret yapıyor çocuğu çağırmaya devam ediyordu. Delikanlı, işaretlere bakıp geldi, Hacı Bayramın yanına oturdu. Bu güzel adam, neden bu kadar dikkatle yüzüne bakıyordu, bir türlü anlamadı. Sonra kendini kaybeder gibi oldu. Biri ona anlamadığı bir dilde bir şeyler söylüyor, fakat o anlamıyorum zannettiği bu dili anlıyor ve konuşuyordu. Hacı Bayram emir vermişti: “Bize Fatiha i Şerifi sen yorumla bakalım! ” Erlik gücüyle delikanlı bülbül gibi bir Türkçeyle konuştu ve emsalsiz bir yorum yaparak dinleyenleri hayrette bıraktı.

Benzer olaylar uğradığı her yerde birbirini takip etmiş. Kendisine bağlananların halkası bir o kadar genişlemişti. Doğumundan bu yana da yetmiş yedi yıl geçmiş, Hacı Bayram Veli bir türlü sırrına eremediği bu alem için:

A Bayrami eğer idrak edersen, sen bu alemde / Bu sırın sırrına kimse eremez lakin illa hu!

Demiş.  O, sırrın kendisiydi. Zaten:”Çalabım bir şar yaratmış, iki cihan arasında” diye başlayan rumuzlu ve çok ünlü gazelinin sonunda: “Bu sözüm arifler anlar, cahiller bilmeyip tanlar / Hacı Bayram kendi bunlar ol şarın minaresinde” diyerek kendisini yine, ancak kendisi gibilerin anlayacağını bildirmektedir.

Hacı Bayram Veli’nin kendisini gerçek anlamda anlayabilecek ancak iki halifesi vardı: Akşemseddin ve Bıçakçı Ömer Dede. Bu iki mürid, ayrı mizaçlarda iki güzel insandılar. Akşemseddin bilgin, erdemli, şeriat ve tarikatla kayıtlı bir zat. Bıçakçı Ömer Dede ise, cezbe ve gönül ehli, bütün kayıtlardan kurtulmuş yalın bir dervişti.

Yukarı satırlarımızdan hatırlayacaksınız, Edirne’de Sultan Murat Han’ın huzurunda, ondan müritlerinin vergi ve askerlik benzeri bazı külfetlerden affedilmesini istemiş, bu talep Hünkar’ca kabul edilmişti. Bu külfetten kurtulabilmek için herkes, Bayram Veli’nin etrafında toplanınca, Ankara bölgesinin mali düzeni bozuldu. Şikayetler aldı yürüdü. Aslında, dünyadan ayrılma vakti de gelip çatmaktaydı. Ak koyunu, kara koyundan seçmek gerekti.  Hacı Bayram etrafındaki muazzam kalabalığa, çağrı yaptı. Ankara’nın, Kanlı Göl mevkiine bir çadır kurdurup, müritlerini davet ederek : “Dervişlerim, canını, malını, başını bana feda eden çadıra girsin “ deyince, bütün müritleri bir korkudur aldı. Hacı Bayram, çadır kapısında eli bıçaklı olarak bekliyor, fakat kimse kurban edilmek üzere içeri girmiyordu. Neden sonra, bir erkek ve bir kadın kalabalığı yararak, o çadırdan içeri süzüldü.

O zaman, Bayram Veli ilan etti: “Bizim, anladık ki bir çekirdek aile müridimiz varmış, bunlardan başka herkes devlete olan borçlarını ödemelidir! ”

Tüm Ankara ağlıyordu. Hacı Bayram, Hasta döşeğinde, artık son demlerindeydi. Onlar, bu sefa ve bu bayram hiç bitmeyecek, gönüller sultanı, aralarından hiç ayrılmayacak zannediyorlardı.

Bütün yakın müritleri etrafına toplanmışlardı. Bayram yerine kimseyi bırakmamış, kimseye vasiyette bulunmamış, gözleri kapalı, öylece yatıyordu. Bir ara gözlerini ağır ağır açtı ve “Emir, su getir” dedi. Huzurdaki bütün müritler davrandı, içlerinden biri koştu, su getirdi. Bayram Veli suyu aldı, ama içmedi. İçine kiraz dolu tabağı boşalttı. Tekrar “Emir, su getir” dedi. Bayram Veli, suyu getirene bakıyor, ama suyu içmiyordu. Sonra da Akşemseddin, Bıçakçı Dede’ye döndü:: “Emir, suyu sen getir” dedi. Hazret bu defa suyu içti.

Hacı Bayram ilinde / Şeker damlar dilinde / Bir kiraz var elinde / Bize dervişler geldi.

Bu dörtlük, Bayram Veli’nin ‘cemal cennetine’ kavuşma demlerindeki, kiraz paylaşmayı hikaye ediyor. Herkes, ondan böylece kısmetini almış ve Bayram Veli ardına bakmadan bu dünyadan yürüyüp gitmişti.

Erenler ölmezmiş. Gerçekten de erenler ölmüyor demek. Hacı Bayram Veli beş yüz doksan bir yıl önce Ankara’da bu dünyadan göçmüş. Beş yüz doksan bir yıl. Dile kolay… Ankara’da, anasının, babasının mezarını bilmeyen bir dünya insan vardır. Ama Hacı Bayram’ı bilmeyen, bir kere bile türbesinin önünden geçmeyen, bir defa işi düşüp de kapısına, medet, diye yapışmayan bir Ankaralı düşünülemez herhalde. 

Ankaralı da hikaye de bitmez.

 Solfasol köyünden çok temiz, çok saf bir genç askere gidiyormuş. Babasından kalma birkaç altını, anasından kalma birkaç mücevheri varmış. Delikanlının derdi asker dönüşü evlenmek; servetini içine koyduğu küçük sandığı emanet edeceği, güvenip bırakacağı kimseciği de yok. Düşünüyor taşınıyor, acaba ne yapsam, diye kendi kendine sızlanıyor. Derken rüyasına Hacı Bayram’ı görüyor, “Aklındaki vesveseden kurtul, getir sandığı bana bırak.” diyor.

Genç, ertesi günü, güle oynaya Ankara’ya geliyor, doğru türbedarın önüne dikiliyor, hal keyfiyet böyle, böyle…  diyerek meseleyi bir güzelce anlatıyor. Türbedar da uyanıklardanmış, gece o da haberini almış. Getiriyorlar sandığı, Hazretin başucuna bırakıyorlar. Sandık deyince, öyle koca bir şey sanmayanız, ancak ufacık bir çanta kadar.

Delikanlımız askere gidiyor; gidiyor ama dönmek bilmiyor. Yemen illerinde Veysel Karani misali… Gez babam gez. Tam tamına sekiz yıl!

Bu sekiz yıl içinde çok şey değişmiş, türbedar ölmüştür. Yerine gelen, Bayram Veli’nin başucundaki bu acayip sandığın hikmeti ahvalini bir türlü anlayamadığından kaldırıp bir kenara koymak istiyor. Ne mümkün! Yerinden bile kımıldatmanın ihtimali yok. Bu işe şaşıran türbedar, yanına bir yardımcı çağırıyor, bir derken, üç oluyorlar. Nafile, sandık ne kımıldıyor, ne de açılıyor. Sonunda: “ Bu işin içinde bir hikmet var!” diyorlar, sandıkla uğraşmaktan vazgeçiyorlar.

Gel zaman, git zaman bizim Solfasol köylü, askerliğini tamamlayıp dönüyor. Ama artık o taze bir delikanlı değildir. Amma gene saftır, gene tertemizdir. Ankara’ya ulaştığında doğruca Hacı Bayram’a varıyor, bakıyor ki türbedar değişmiş. Ama hiç umursamıyor, “Ben malımı türbedara değil, doğrudan ona, Bayram Veli’ye emanet etmişim.” diyor ve sandığı almak üzere huzura varıyor. Allah rızası için üç İhlas, bir Fatiha okuduktan sonra “Hazretim!  Ver bakalım emanetimi! Hani, ben askere giderken bana getir, saklayayım, demiştin ya!”

Türbedar ve sandığı yerinden oynatamayan üç arkadaşı merakla, konuşan adama bakarlar. O hiçbir şeyin farkında olmadan sandığını kucakladığı gibi yola revan olur.

Ankaralılar bu hikayeyi, emanete sadakatin bir örneği olarak fırsatını buldukça anlatırlar.

Siz bir kere Hacı Bayram’ın sadece adını geçirin! Bunun gibi binlercesi Ankaralı uyanmışların dağarcığında vardır. Size hemen hiç sıkılmadan anlatırlar. Yeter ki siz istemesini ve dinlemesini bilin.

23 Nisan 1920 Cuma günü, Mustafa Kemal Atatürk, bütün milletvekilleriyle birlikte Hacı Bayram Veli Camiinde Cuma namazı kıldıktan sonra Meclis binasına yürümüş önce dualar okunmuş kurbanlar kesilmiş, sonrasında binaya girilerek Büyük Millet Meclisi ilk toplantısını yapmıştır.

Büyük zatları, hazretleri ve olayları araştırıp anlayarak yazmak kolay iş değildir, yaşamlarını ciltlere sığdıramazsınız, değil ki bir makalede anlatabilesiniz. Hele de Melamiliğin İkinci Dalga Piri Hacı Bayram Veli’yi anlatabilmek… Yazarken bilmeden yaptığım hata ve noksanlıklarım nedeniyle umarım beni bağışlar!

Melamet neşeniz bol ve daim olsun…

Işık ve sevgiyle kalın!