Milletlerin tarihlerinde onların tarihini şekillendiren, damga vuran isimler vardır. ABD için bu Washington ve Lincoln’dur. Batı kentlerinin meydanlarına giderseniz liderlerinin heykellerini görürsünüz. Bu durum İtalyan kentleri için de geçerlidir. İşte bu kentlerin meydanlarında İtalya’nın kurucu babalarının heykelleri var. İtalya da Almanya gibi siyasal birliğini geç sağlayan, 19. Yüzyılın ikinci yarısında (1860’lar) birleşebilen bir ülke. İtalyan siyasal birliğinin öncüsü ve bunun için mücadele eden isimler Garibaldi, Mazzini, Kont Kavur gibi isimlerdir. Bu isimlerin öncülüğünde ve II. Vittorio Emenuele krallığında İtalyan siyasal birliği sağlandı. İtalyan kentlerinin meydanlarında bu liderlerin heykelleri boy göstermektedir. Yerel bazda bu kentlerin tarihsel kimliklerinin/yöneticilerinin heykellerini de görmek mümkün. Floransa’da Mediciler gibi… Roma’nın Piazza Venezia (Venedik Meydanı) adlı meydanında Vittorio Emanuele II Abidesi (Altare della Patria) yer alıyor. Anıtın yapımına, Birleşmiş İtalya Krallığı’nın ilk kralı II. Vittorio Emanuele’yi onurlandırmak için 1885 yılında başlandı. Bir müzenin de bulunduğu anıtın tepesine asansörle çıkıp Roma’nın tarihi dokusunu seyredebiliyorsunuz.  Anıtın üzerinde -tanrıçaların kullandığı- iki adet atlı araba (quadriga) var. Bunlardan biri vatandaşların özgürlüğünü, diğeri de ülkenin birliğini temsil ediyor. Ve yine anıtta sönmeyen bir ateş yer alıyor, başında iki askerin nöbet tuttuğu... Vittorio Emanuele II heykelinde, birleştirici kralın isminin altında “Padre Della Patria” yazıyor. Yani VATANIN BABASI… Bunun ATATÜRK adından ne farkı var?… Biri için vatanın babası denmiş, diğeri için milletin babası… İtalyanların kurucu babalarını tartışmadıklarını, saygıyla minnetle andıklarını görüyoruz. Atatürk’ün İtalya’nın kurucu babalarının yaptıklarından kat ve kat daha fazla şey yaptığı ortadadır.

Batı meydanlarında görülen şey kurucu babaların heykelleridir, diktatörlerin değil. Hitler, Mussolini heykelleri yok örneğin… 

Atatürk de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babasıdır. Heykellerini Cumhuriyetin ilk yıllarından beri ülkenin kent meydanlarında görürüz. Onu farklı kılan, büyük devrimci kimliği ve barışçı, modernleştirici kimliği ile dünyanın pek çok ülkesinde de heykellerinin olmasıdır. 

Hiç şüphesiz Atatürk’le birlikte anılması gereken Türkiye Cumhuriyeti’nin diğer kurucu babaları da var. Bunlar arasında Atatürk’ten hemen sonra gelen İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele gibi isimler Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecine girdiği Osmanlı-Rus Savaşı’nın (1877-78) hemen öncesinde ve hemen sonrasında doğdular. İmparatorluk bakiyesi haline gelmiş olan devlet, onların gözleri önünde Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında hızla dağıldı. İmparatorluğu kurtarmaya güçleri yetmedi. Yetmesi de mümkün değildi… Milli Mücadele’yi yürüten ve Cumhuriyeti kuran kadro, Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecinden, İkinci Meşrutiyet döneminde yaşananlardan büyük dersler çıkardılar. 

Bu genç subaylar, dağılan imparatorluğa ve emperyalist güçlerin toptan saldırısına rağmen umutlarını ve azimlerini yitirmediler. Türklük bilinciyle, vatan ve namus duygusuyla kurtuluş mücadelesine giriştiler. Kurtuluş Savaşı’nın kaderini tayin eden bir savaş Sakarya Savaşı ise diğeri 30 Ağustos 1922 tarihli Başkomutanlık Meydan Savaşı idi. Büyük Taarruz, beraberinde Mudanya Ateşkes Antlaşması’nı ve Lozan Barış Antlaşması’nı getirdi. Mondros Ateşkes Antlaşması ve Sevr Barış Antlaşması tarihin çöp sepetine gönderildi. 

30 Ağustos Zaferinin ilk kutlanışı 1924 yılındadır. 1923 yılında kutlanamamıştır. Lozan’ın henüz imzalanmış olması ve antlaşmanın TBMM’de onaylanmasına ilişkin tartışmalar, Halk Fırkası’nın kuruluş hazırlıkları, rejim tartışmaları, Ankara’nın başkent oluşuna giden süreç ve Cumhuriyetin ilanına dair belirsizlikler, 1923 kutlamasının önüne geçmişti. Üstelik henüz Atatürk cumhurbaşkanı değildi ve İstanbul bile düşman işgalinden kurtulmamıştı. 

30 Ağustos, 9 Eylül kadar Türk Kurtuluş Savaşı’nın önemli bir tarihidir. Siyasal ve askeri bağımsızlığın sağlanmasının ardından, sıra ekonomik kalkınmaya, modernleşmeye ve uygar dünyayı yakalamaya gelmişti. Nitekim siyasal ve askeri bağımsızlığı sağlayan tarihin ikinci yıldönümünde (30 Ağustos 1924) Atatürk, ekonomik bağımsızlık ve uygar dünyayı yakalama hedefini Türkiye’nin önüne koydu. Bu yerin ve tarihin seçilmesi tesadüf değildi. 

Atatürk’ün aşağıya aldığımız cümleleri yüzyıllar boyunca ihmal edilen bir toplumun/devletin durumunu özetler gibidir: 

“Asırlardan beri Türkiye’yi idare edenler çok şeyler düşünmüşlerdir. Fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir: Türkiye’yi. Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin uğradığı zararları ancak bir tarzda telafi edebiliriz: O da artık Türkiye’de Türkiye’den başka bir şey düşünmemek”.

Aslında Atatürk’ün dile getirdikleri Anadolu’nun ve Türk milletinin asırlar boyunca ihmal edilmesi, maddi ve insani kaynaklarının harcanmasına dair Cumhuriyetin kurucu babalarının teşhisini yansıtmaktadır. Nitekim Falih Rıfkı Atay da Zeytindağı adlı kitabında bu ihmal edilmişliği, imparatorluğun para ve insan kaynaklarının boş hayaller peşinde nasıl harcandığını acı bir şekilde anlatır. 

Savaşı zorunlu olmadıkça cinayet olarak niteleyen bir asker olan Atatürk, bağımsızlık için mücadele vurgusunu da savaş tanımıyla birlikte yapmaktadır:  

“Savaş iki ordunun çarpışması değildir; savaş iki milletin maddi ve manevi bütün güçleriyle karşı karşıya gelmesidir… Bir milletin ruhu zapt olunmadıkça, o milleti alt etmenin yolu yoktur”. 

Burada millet olma bilincine dikkat çeken Atatürk, Türk milletinin önüne bir ütopya da koymaktadır:

“Milletimizin hedefi, milletimizin ideali; bütün dünyada tam anlam ile uygar bir insan topluluğu olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her toplumun varlığı, değeri, özgürlük ve bağımsızlık hakkı, kendinde olan ve yaratacağı uygar eserlerle orantılıdır. Uygar eser meydana getirmek olanağından yoksun toplumlar, özgürlük ve bağımsızlıklarını yitirmeye mahkumdurlar”. 

Bir taraftan ortaya bir ütopya koyarken diğer taraftan bunun gerçekleşmemesinin, zamanın ruhunu yakalayamamanın yok oluşa yol açabileceği tehlikesine de dikkat çekmektedir. Atatürk bu sözleri, Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönemde, Hitler, Mussolini, Franko, Salazar ve Stalin’in iktidar olduğu yıllarda, otoriter ve totaliter rejimler, ırkçılık ve yayılmacılık yükselirken söylemektedir. Atatürk başta olmak üzere Cumhuriyetin kurucu babaları, esen savaş rüzgarlarına rağmen, barışçı ve hümanist bir politikayı kurucu kültürün temeli kılmışlardır. Nitekim o nedenledir ki bugün, Atatürk’ün vefatının üzerinden 80, Cumhuriyetin kuruluşunun üzerinden 95 yıl geçtikten sonra Türkiye halen tarihinin en uzun barış dönemini yaşamaktadır. 

Dumlupınar’ın yani Başkomutanlık Meydan Savaşı’nın ikinci yıldönümünde Atatürk, daha açık ve kısa bir şekilde şu hedefi Türk milletinin önüne koymaktadır:

“Milletimiz, Dumlupınar’da kutlanan Büyük Zafer’den daha önemli bir zafer peşindedir: Kültür ve uygarlık zaferi…”

Atatürk, Milli Mücadele’yi kazanmış olmanın verdiği prestijle ve buna dayanarak kurduğu siyasal örgütle, geleneksel toplumun bütün kurumlarını yıkarak yerlerine modern toplumun kurumlarını kurmaya girişti. III. Selim’den ya da Tanzimat’tan beri devam ede gelmekte olan utangaç/düalist Osmanlı modernleşmesini Köktenci/Devrimci modernleşme boyutuna taşıdı. Bunu yaparken hem devrimci yöntemleri ve hem de zor unsurunu (İstiklal Mahkemeleri) kullandı. 

1920’li yıllar köklü değişimin, geleneksel kurumların tasfiye edilip yerlerine modern toplumun kurumlarının kurulduğu yıllar oldu. Yapılan değişimi yıllara dağıtıp bir bakacak olursak, değişimin boyutunu kavramak daha kolay olacaktır:  

Yukarıda belirtilen değişime rağmen devralınan miras çok da olumlu değildi. Nitekim 1927 yılında basılan 1 liranın üzerinde yer alan karabasanla çift süren köylü figürü, ülkenin devraldığı ekonomik mirasın açık bir göstergesi gibidir:

Çoğunluğu köylü olan bir toplumun eğitim durumu da doğal olarak gelişmiş düzeyde değildi; okuryazar oranı düşüktü; okullaşma ve okula gitme oranı da çok azdı. Nitekim 1923 rakamları okullaşma, öğrenci ve öğretmen sayıları açısından şöyledir: 
Toplumun % 3’ünün bile okula gitmediği bir ortamda Cumhuriyet modernleşmesi, bu geleneksel toplum yapısını değiştirmekte ve dönüştürmekte son derece zorlandı. Çünkü dönüştürücü olarak burjuvazi gibi bir sınıfsal dinamik ve kent gelişmişliği yoktu. Değişim burjuvazi değil, bürokrasi eliyle oldu. Üstelik bu sayıca ve nitelik olarak yetersiz bürokrasinin öncülüğünde kısmen başarılabildi. Bunların çoğu Cumhuriyet modernleşmesinin kavramış düzeyde bile değildi. Hatta buna milletvekillerini bile eklemek mümkündür. Oysa aynı milletvekilleri 1924 yılındaki anayasa tartışmaları sırasında son derece kıskanç bir şekilde Cumhurbaşkanına TBMM’yi feshetme yetkisini vermeye direnirken ve bu bağlamda demokrat ve özgür bir tavır sergileyebilmişlerdi. Ancak konu kadın haklarına gelince aynı demokrat ve özgürlükçü tavrı onlarda görmek pek de mümkün olmamıştı. 
Anayasa taslağının 10. Maddesinde “30 yaşını tamamlayan her Türk seçilme hakkına sahiptir” denilmekteydi. İlk olarak Beyazıt milletvekili Şefik Bey söz aldı. Metinde erkek vurgusu istedi; kadınlara yönelik bir hak tanımaya karşı çıktı. “30 yaşını tamamlayan her erkek Türk seçilme hakkına sahiptir” şeklinde yapılan değişikliği milletvekilleri alkışlarla kabul ettiler. Kütahya milletvekili Recep Bey (Peker) söz alıp, “Ayıp yahu, alkışlamayın bari” demek zorunda kaldı. Özetle Atatürk’ün devrimleri kademe kademe yapmak zorunda kalmasının nedeni, devrimleri sadece topluma değil, ülkenin seçkinlerine de kabul ettirmekte zorlanmasıydı. Özellikle kadınlarla eşit olmak dönemin seçkin erkeklerinin bile pek de kabul edebildiği bir durum değildi. Nitekim bu nedenle önce 1926’da Medeni Kanun ile hukuk önünde eşitlik sağlandı, sonra belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı (1930), en sonra da milletvekili seçme ve seçilme hakkı (1934)… Aynı durum karma eğitimin kademeli şekilde gerçekleşmesinde de görülür (önce ilkokul, sonra ortaokul ve en son lise). Bunlar ancak sekülerleşen/laikliği benimseyen bir toplumda söz konusu olabilirdi. Ama bu biraz da kaçınılmaz bir şekilde tepeden inmeci bir modernleşme neticesinde olabildi. 
Dönemin aydın erkeklerinin bile kadınlara tanınan haklara sempatik bakmadığını o yıllara ait karikatürlerde görmek mümkündür. Hatta bu ünlü bir karikatürist (Cemal Nadir) olsa bile değişmeyecektir:
Kadınların milletvekili olmasıyla kadınlara ait (!) işlerin erkekler tarafından yapılacağı eleştirisine dair karikatürlerin sayısı bir hayli fazladır. Eğitimli erkeklerin bile bu hakların verilmesini pek de sindiremedikleri ortadadır. 
Kurucu kadro, ülkeyi kurtarma hedefinde işbirliği yapmıştı ama kurtuluş sonrasında kuruluşun nasıl olacağı konusunda anlaşmazlığa düştü. Bu da beraberinde bir tasfiyeyi getirdi. Aslında bu tasfiye aşağı yukarı bütün devrim hareketlerinde görülür. Fransız ve Sovyet devrimlerinde yaşanan kanlı tasfiyelerle Türk Devrimi’ndeki tasfiyeleri karşılaştırmak Türk Devrimi’ni ve Atatürk’ü anlamaya yardımcı olacaktır.
Kurucu kadro, devrimin hemen ardından iç barışı sağlamayı önüne temel hedef olarak koymuştu. Nitekim, 1931 yılında Atatürk, “Yurtta barış, dünyada barış için çalışıyoruz” demişti. İç barış kadar, dış barış da önemliydi. Dünyada savaş rüzgarlarının estiği bir dönemde iç ve dış barışı sağlayarak, ülkenin kıt imkanlarını topyekun bir kalkınma politikasına ayırmak kurucu babaların zihniyet dünyasını kavramak açısından dikkat çekici bir durumdur. Esinlendikleri yer de her şeyden önce Fransız Devrimi’nin özgürlükçü, hümanist ve devrimci karakteridir. Bu hümanist kuşağın, Cumhuriyeti kanla, irfanla kurduğunun ama kinle kurmağının altını çizmek gerekir. 
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda dış dinamiklerden ziyade iç dinamiklerin etkisiyle, Kurucu Baba’nın Demokrasi Devrimi hayalini İnönü gerçekleştirdi. Günümüzde Türkiye’nin içinde bulunduğu sorunları aşacağı ve 200 yıllık çağdaşlaşma mirasının -bazı sorunlar yaşasa da- devam edeceği şüphesizdir. 1923’te Atatürk’ün ortaya koyduğu demokrasi, çağdaş bir toplum/devlet ve hukuk devleti ütopyasının gerçekleşeceğine de şüphe yoktur. 
Atatürk’ün yaktığı bağımsızlık ateşi, tüm sömürge uluslara örnekti. Üstelik bu bağımsızlık ateşi, çağdaşlaşma/modernleşme ile desteklendi. Böylece insanlık aleminin saygın bir üyesi olunacaktı. Onun neticesinde Atatürk’ün tek istediği hatırlanmaktı. 2008’de Obama’nın başkanlık görevine başlama konuşması sırasında imrenilecek bir şekilde kurucu baba Lincoln’ü saygıyla anması gibi… Sanırım bizler de kurucu babalarla kavgayı bırakıp ve kurucu babaları günlük siyasetin malzemesi olmaktan çıkarıp, ülkeyi onların koyduğu insanlık aleminin saygın üyesi olmaya taşıyabildiğimiz gün başarıya ulaşmış olacağız.