Cumhuriyeti kuran kadro, II. Abdülhamit döneminin ilk yıllarında doğdular. Örneğin Milli Mücadele’nin A Takımı olarak sayılabilecek olan Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay ve Refet Bele’nin doğum tarihleri 1876-1884 arasıdır. Bu halk çocukları, II. Abdülhamit döneminin Batı tarzında açılan askeri okullarında yetiştiler. Dil öğrendiler, kitap okudular. Asker oldukları kadar, siyaseti de öğrendiler. Devleti kurtarmak, en büyük hayalleriydi. II. Meşrutiyet’in, yani “Hürriyetin İlanı”nın imparatorluğu kurtaracağına, istibdatın yerini meşruti demokrasinin almasının bütün sorunları çözeceğine samimiyetle inanmışlardı. II. Meşrutiyetin bu genç subayları, kısa bir süre sonra –İnönü’nün yıllar sonra söylediği üzere- şunun farkına vardılar: 

“1908 Meşrutiyet inkılabını yapanlar, tarihimizin en temiz inkılapçılarıydılar. 5-6 senede kendilerinden başka kimsede liyakat olmadığını sanır hale gelmişlerdir. (…)

İktidarı destekleyenleri uyandırmak isterim. Gidiş tehlikelidir. Mesuliyetinizi biliniz” (1956). 

İkinci Meşrutiyetin yönetici kadrosunun mesuliyetini bilmemesi, devletin dağılma sürecini –tüm vatanseverliklerine rağmen- hızlandırmalarından büyük ders çıkardılar. Ülkeyi yöneten üst düzey birkaç kişinin Meclis’in onayı hatta haberi olmadan Birinci Dünya Savaşı’na girmesinden çıkarılan ders büyüktü. Her şeyi meşruiyet temelinde yapmak ve mecbur olmadıkça savaştan uzak durmak… Nitekim Milli Mücadele, Amasya Genelgesi’nden başlayarak, tüm kongreler boyunca ve Birinci Meclis’te bu yol dikkatle izlendi. İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalınması da büyük ölçüde İnönü’nün eseriydi ama diğer kurucu kadronun da katkısı yadsınamazdı. 

İnönü, ordu içerisinde bilinse de O’nu ön plana çıkaran Milli Mücadele oldu. O, Batı Cephesindeki kazanımlarıyla bu milletinin makus talihini (kötü giden şansını) tersine çevirmeyi başaran insandı. İnönü’yü Milli Mücadele’nin lider kadrosu içerisinde sivrilten önce Mudanya görüşmelerine ve ardından da Lozan görüşmelerine gönderilmesi oldu. İnönü, Mudanya ve Lozan’a savaş meydanlarından gelmişti; muzaffer bir komutandı. Rauf Bey’in aksine… Rauf Bey, yenilmiş Osmanlı’yı temsil ediyordu Mondros’ta, İsmet Paşa ise galip Ankara’yı… 

Lozan, Cumhuriyetin kurucu antlaşması… 94 yıldır barış içerisinde yaşıyorsak bu temelleri sağlam Lozan’a borçluyuz. Batı cephesindeki başarıları İnönü’ye Lozan kahramanlığını ve Lozan kahramanlığı da başbakanlığı getirdi. İnönü, devrim sürecinde Atatürk’ün yanında yer alan en güvenilir isimdi, en büyük yardımcıydı. 1926’da ülkeyi kurtaran ve Cumhuriyeti kuran A takımı olarak tanımladığımız kadronun bir bölümü tasfiye edildi. Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay ve Refet Bele, kansız bir şekilde siyasal yaşamın dışına çıkarıldılar (Fransız ve Sovyet devrimlerinde yaşanan kanlı tasfiyelerle Türk Devrimi’ndeki tasfiyeleri karşılaştırmak anlamlı olacaktır!). Çünkü modernleşme sürecinin köktenci boyutuna direnç göstermişlerdi. Yönetimde Mustafa Kemal, İsmet ve Fevzi Paşalar kaldı. Modernleşme süreci büyük ölçüde başarıldıktan sonra tasfiye edilenler kademeli olarak siyasal yaşama döndüler. Atatürk, Cebesoy ile Bele’yi milletvekili olarak parlamentoya alırken, İnönü de Karabekir ve Orbay’ı parlamentoya dahil etti. Dolayısıyla Atatürk’ün muhaliflerle barışma politikasını İnönü de sürdürdü. Üstelik 1938’de Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre önce 150’liklerin affı da bu kapsamda değerlendirilmelidir.    

Türkiye, İnönü’nün liderliğinde 1945’te iç ve dış dinamiklerin de etkisiyle çok partili hayata geçti. Çok partili hayata geçişin nedenleriyle ilgili olarak çok şey sayılabilir. Ancak İnönü’nün belirleyici ana unsur olduğu da bir gerçektir. İnönü ve CHP, 1950’de demokratik bir seçimle iktidarı DP’ye devretti. İnönü bu süreçte hem DP’ye ve hem de kendi partililerine demokrasi dersi vermeye devam etti. 1950’de cumhurbaşkanlığından inerek partisinin başına memnuniyetle geçebildi. Ankara sokaklarında eşiyle yalnız başına dolaşabildi. Onun en büyük yenilgisi (1950 seçimleri), en büyük zaferiydi. Dünyada benzeri olmayan bir şeyi başarmış, bir tek parti yönetimini seçimle sona erdirmiş, iktidarı muhalefete barış içerisinde devredebilmişti. Bunu ondan başka kim yapabilirdi ki? Üstelik partisinin başına geçtikten sonra –ki 66 yaşındaydı-, onları derleyip toparlamış, partisinin dağılmasını önlemiş, onlara moral aşılayabilmişti. Üstelik demokrasinin ve rejimin koruyucusu olarak ihtimamla gelişmeleri de izlemekteydi.  

1956 yılında DP ile gerilimin yüksek olduğu bir TBMM toplantısında şu sözleri söyledi:

“Arkadaşlar aramızdaki farkı bilelim. Biz mutlakıyetten bugüne geldik. Siz, bugünden mutlakıyete gidiyorsunuz”.

İnönü, 1945’ten sonra hemen her yıl demokratik hayata geçişten itibaren geçen süreyi memnuniyetle hesaplar, geçmişte birkaç aylık denemelerin (TpCF, SCF) yerini yıllar süren bir sürecin almasını ve demokrasinin yerleşmekte olduğunu memnuniyetle izler, bunu övünerek de dile getirirdi. Ancak iktidarın 1950’lerin ikinci yarısından itibaren yargıyı, basını ve üniversiteleri baskı altına alması, muhalefete yönelik saldırgan tutumları karşısında dimdik durmuştu. Çoğunluk sistemin sağladığı ezici üstünlükle şımaran DP’yi hukuk kurallarına uymaya, demokrasinin dışına çıkmamaya davet ediyordu. Sertleşen eleştirilere, Meclis kürsüsünde konuşturmama çabalarına rağmen şu cevabı vermişti (1957):

“Arkadaşlar naçizane bir şey söyleyeyim. Benim zayıf yerim, kolay hakim olunacak yerim güler yüz tatlı dildir. Zıttıma gittiğiniz zaman yapmayacağım şey yoktur. Ben kendimi haksız büyük kütlelerin taarruzu karşısında müdafaa etmeğe muktedir adamım”.  

1957 seçim kampanyasına memleketi Malatya’dan başlayan İnönü, buradaki konuşmasında iktidarın antidemokratik uygulamalarına, özellikle de seçim kanununda yapılan değişikliklere, seçimleri yönetecek hâkimlerin iktidarın baskısı altında olduğuna değindi. İnönü’ye göre, Türkiye’nin toplumsal hayatında tedavi edilemeyecek bir sorunu yoktu. Bünyesi güçlüydü. İç hayatta yaşanan en önemli sorun demokratik hayatın usullerine alışmaktı. 12 yıldan beri de bu konuda büyük ilerlemeler kaydedilmişti:

“… bugün vatanın siyasi kaderine şuur ile hakim olan, onlar, binler değil, yüz binler, hatta milyonlar vardır. Ve bu hayata alışmışlardır. Bugün memlekette vazifesini bilen, güçlüklerle uğraşabilen siyasilere rağmen siyaset adamlarına akıl verebilecek dirayette ve basirette gazetecilerimiz vardır. Bütün bunları siyasi mücadelede daha şikayetçi olduğumuz günlerde söylediğimiz gibi ümitsiz olacak şartlar içinde olmadığımızı göstermek için söylüyorum. Arkadaşlarımın yüzde doksanı benden hiç olmazsa yirmi yaş daha gençtirler. İstikbale bu hemşerilerimin büyük bir itimat ile bakmalarını rica ederim”.  

İnönü, 1957 seçim kampanyası çerçevesinde 23 Eylül’de Tunceli’nin Pertek ilçesine gitti. Burada kendisini karşılayanlar arasında Pertek’in DP’li belediye başkanı, DP ve HP ilçe başkanları da vardı. İnönü, burada yaptığı konuşmada şunları söyledi:

“Biz iktidardayken Tunceli’de en önemli konu diğer vilayetlere gösterdiğimizden daha fazla dikkatle eğitim meselesini de almıştık. İktidarı bıraktığımız zaman Tunceli’de maarif diğer illere nazaran iyi idi. Sizlere düşen en önemli vazife kız çocuklarınızı okutmak ve yetiştirmektir. Buna çok önem veriniz. Her ailede maarifte, sanatta iyi yetişmiş kız çocukları olduğu takdirde iliniz bütün memlekette medeniyet örneği verecektir. Yakından bilirim ki, Tunceli halkı ve kızları zeki, uyanık ve çalışkandır”.   

Aynı kampanya çerçevesinde Konya’da yaptığı konuşmada ise, karşıtlarına meydan okudu:

“Bütün rakiplerimi, muarızlarımı imtihana davet ediyorum. İktidardan düştükten sonra, 7 sene sonra Konya’da vatandaş önünde benim gibi konuşabilirler mi? Yaldızlı hilat insanın sırtından çıktıktan sonra, sokaktan geçerken vatandaş teveccüh ediyorsa o önemlidir”. 

Demokrasiyi geriye götürmenin doğru olmayacağına, ülkenin ve toplumun önceki yıllara göre bir hayli geliştiğine dikkat çeken İnönü: 

“Demokrasimizi geriye götürmek yanlış yoldur, kısırdır. Demokrasi geriye gitmeyecektir. Anlatamıyorum. (…)Hürriyetin ve demokrasinin faydası nedir? Bunu bilenlerin başında 80 sene evvel, 1878’de 10 kişi vardı. 1918’de 50 kişi oldu. 1923’te 80 kişi oldu. Bugünkü nesil o değil. Bugün yüz binlerce insan hürriyetin tadını almıştır. O zaman üç aydan fazla dayanamadı. On iki seneden beri meydanlarda toplanıyoruz. Bu toplantılar bizim için bir gıda olmuştur. Hür vatandaşlar meydanlarda memleket meselelerini toplanıp konuşacaktır”.

DP’nin 1946 seçim yolsuzluklarından söz etmesine de şöyle cevap verdi:

“Ne olmuş? 1946’yı almış, 1950’ye getirmişim. Kusurları günden güne düzeltmişim. Milletin emanetini alıp millete vermişim”.  

Gerçekten de İnönü 1946’dan 1950’ye ülkeyi getirmişti. DP ise 1950’den 1957’ye… Üstelik işler daha da kötüye gidecekti… Bugün Türkiye, 1950’li yıllara benzer bir dönem yaşıyor. İnönü’nün bıraktığı mirasın neresindeyiz diye sormak anlamlı olacaktır. 

27 Mayıs sonrasında da demokratik rejime dönüşte önemli katkıları oldu. 1961 yılında yapılan seçimlerle birlikte Türkiye tarihinin ilk koalisyon hükümeti de kuruldu. Bu, demokratik rejimin kurulması yolunda önemli bir adımdı; ama yeterli değildi. Çünkü ordunun siyasal yaşamdaki etkisi devam etmekteydi. Siyasal açıdan normalleşme ve ordunun siyasal yaşamın dışına çıkarılması konusunda Başbakan İnönü büyük çaba harcadı. Tüm harcanan çabalara rağmen, 1962 ve 1963 yıllarında iki darbe girişimi oldu: Talat Aydemir… Söz konusu iki darbe girişimi de İnönü’nün kararlı tutumu ve izlediği strateji sayesinde önlendi. 

Yaklaşık 80 yaşında iken iki darbe önleyen, 80 yaşını geçtikten sonra partisini ortanın solunda tanımlayan, yeniliklere kapısını hiç kapamayan; kendisini, partisini ve ülkesini yenilemenin peşinde olan bir liderdi İnönü… Partisinde bir İnönü okulu yarattı. Ülkesinde demokrasinin kurucusu oldu. Cumhuriyetin de koruyucusu… Bugün Türkiye’nin İnönü’nün koruyuculuğuna ihtiyacı var. Umarım ki yeni bir Atatürk’e ihtiyacı olmaz. 

Ölümünün 44. yılında Cumhuriyetin ikinci adamı, Türkiye’nin demokrasi öğretmeni ve ülkenin koruyucusu İnönü’yü saygı, sevgi ve şükranla anıyorum.