Kadroya bakıyorum, şu ana kadar tanıdık bir tek isim var. Geri düştüğünde de ilk onu dışarı çıkarıyorsun. Yerine koyduğun adama bak, savunman bozulmuş. Üstüne bir de orta sahayı neden bozuyorsun? Hiç değilse ön tarafı değiştir, iskeleti bozmadan takımı yeniden, oluştur, biraz pragmatik davran. Şablon belli, risk alacaksın işte, derken…

Diğer yorumcu devreye giriyor ‘Yok ağbi, bu böyle olmaz. Hepsini sil baştan yerleştir sahaya. Onu al yerine bunu koy çözüm değil.

Sil baştan…

Zihnimde bir ışık yandı. Gardıroptaki giysilerle uğraşıyorum. Gidip gelip yazlıkları kaldırıyorum yerine kışlık bir şey koyuyorum. Olmadı, artık kullanmadığım bir giysiyi görüp ayırıyorum.

Öf bitmedi bitmedi …

Tv de futbol programı izliyorum, anladınız zaten. Haftanın maçlarını konuşuyorlar. Takım, oyuncu, hoca ismi anamıyoruz. Malum bizim memlekette futbol hassas konu taraftarları germeyelim durup dururken. 

Programdaki eleştiri ve az da olsa övgüleri dinlerken, kendi gardırobuma kayıyor düşüncelerim. Onunla da uğraşıyorum ya bir yandan. Birden aklıma Descartes’in  ‘elma sepeti’ örneği geldi. Felsefe sevmek böyle bir şey herhalde, nerden nereye.

Kendisi felsefede şüpheciliğin önemli isimlerinden, o konuya girmeyeceğim de, diyor ki;

Yola çıktığımızda zihnimiz bir sepet gibi elmalarla dolu ama içinde çürükler de var. Bu çürükleri tek tek ayıklasak, bu yanlışmış bu kötüymüş diye ki hepimiz buna benzer işler yapmışızdır. Arada bir tane çürük elma kalırsa eğer diğerlerini de çürütür. Descartes der ki, elmaların içinden çürükleri seçmekle yorulmayın. Sepeti tutun, ters çevirip boşaltın. İçlerinden sadece sağlam olanları tekrar sepete koyun.

Bazen doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü ayırmak için elma sepeti misali zihnimizi boşaltmalıyız. Sonra da uygun gördüklerimizi tekrar alıp zihnimize yerleştirmeliyiz belki de.

Tıpkı yeniden takım kurar gibi,

Tıpkı gardırobu yeniden düzenler gibi,

Zihin temizliği kime lazım değil ki…