Osmanlı Devleti, 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, daha net söyleyecek olursak 1878’den 1918’e kadar geçen 40 yıllık süreçte kademeli olarak dağıldı. Balkan toprakları da Arap coğrafyası da bir bir koptu. Bunda Osmanlı’nın değişen dünyaya uyum sağlayamaması, tarım imparatorluğu olmaktan çıkamayışı kadar emperyalizmin etkisi de vardı. Balkan toprakları Osmanlı’dan iki şekilde koptu: biri doğrudan, diğeri kademeli (önce özerklik, sonra bağımsızlık)… 

1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nı Osmanlı savaş meydanında kazanmış ama masa başında kaybetmişti. Kayıplardan biri de Girit’ti. Büyük devletler önce adada Osmanlı’nın etkisini ortadan kaldırarak, kendileri ağırlıklarını koydular, sonra da adayı Yunan kralının etki sahasına açtılar. Resmiyette özerk olan ama aslında hemen hemen hiç Osmanlı etkisi kalmayan Girit, Balkan Savaşı’nın ardından Yunanistan tarafından ilhak edildi. Buna karşı yapılan sadece Yunan mallarını boykot ve protesto mitingleriydi… “Girit bizim canımız, feda olsun kanımız” sözleri slogandan öteye geçmedi. 

Bugün Kudüs mitinginin bana çağrıştırdığı bundan ibaret… Eğer konuyu din temalı tartışacaksak, kaybedilen Müslüman toprağını Ortaçağ’da Selahattin Eyyubi’den sonra kim geri alabilmiş? Üzerinden 800 yıldan fazla geçmiş… Osmanlı ilk Müslüman toprağını, Kırım’ı ne zaman kaybetmiş? Neredeyse üzerinden 250 yıl geçmiş… 

Peki bu gidişe ilk kim dur diyebilmiş? Mustafa Kemal Atatürk! 

Mondros’a, Sevr’e dur diyerek, onları tarihin çöp sepetine atarak yepyeni bir başlangıç yapmış, parçalanmak istenen son vatan toprağı kurtarılmış, yeni ve çağdaş bir devletin temelleri atılmıştır. Tarım imparatorluğuna dayanan geleneksel yapının kalıntıları ortadan kaldırılarak modern bir ulus-devlet inşasına girişilmiştir. Nitekim İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nde yeni Türkiye’nin fetihçi bir devlet olmayacağı, bir iktisat devleti olacağı belirtilmiştir. 

Ağırlıklı olarak yabancıların elinde bulunan ekonomik kuruluşlar bir bir satın alınarak millileştirildi. 1920’lerin ikinci yarısından itibaren başlayan bu süreçte millileştirmenin en önemli adımlarının başında demiryolları gelmekteydi. 1930’ların başında devletçi modelle kalkınma politikalarının da millileştirme politikalarına eklemlendiği görüldü. Böylece Avrupa ile aradaki fark kapatılacak, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçilecekti. Dönemin sloganlarından birinin ifadesiyle, “Her fabrika bir kale” idi. Bu kaleler, ülkenin bir daha yıkılmasını önleyecekti. Atatürk döneminin sanayileşme politikaları kadar, millileştirme politikaları da önemlidir. Yıllara göre yabancıların elinden alınarak millileştirilen kuruluşlara ilişkin şöyle bir tablo verilebilir: 

1931 Mudanya - Bursa Demiryolu Türk Anonim Şirketi 

1933 İstanbul Türk Anonim Su Şirketi 

1933 İzmir Rıhtım Şirketi 

1934 İstanbul Rıhtım, Dok ve Antrepo Türk Anonim Şirketi 

1934 İzmir- Afyon ve Manisa Bandırma Hattı 

1935 Aydın Demiryolu Şirketi 

1936 İstanbul Telefon Türk Anonim Şirketi 

1937 Ereğli Şirketi (Ereğli Limanı, Zonguldak- Çatalağzı Demiryolu Hattı, Maden İşletmeleri) 

1937 İzmir Telefon Türk Anonim Şirketi 

1938 İstanbul Elektrik Türk Anonim Şirketi 

1938 Üsküdar ve Kadıköy Elektrik Türk Anonim Şirketi 

1939 İstanbul Tramvay Şirketi 

1939 İstanbul Türk Anonim Tünel Şirketi 

1939 Ankara Elektrik, Ankara Havagazı ve Adana Elektrik Türk Anonim Şirketi 

Osmanlı Devleti’nin son döneminde yapılan demiryolları için yabancı şirketlere birçok ayrıcalıklar tanındı. Bunların başında kilometre garantisi gelmekteydi. Buna göre devlet, yabancı şirkete belli bir oranda kâr elde etme garantisi vermekteydi. Eğer kilometre başına elde edilen kâr, vaat edilen miktara ulaşmazsa aradaki farkı devlet ödemekteydi. Bugün de benzer bir durum otoyollar, köprüler, tüneller için geçerli… Dolayısıyla bir tekerrür durumuyla karşı karşıyayız. Demiryolları için verilen ayrıcalıklar kilometre garantisinden ibaret de değildi. Bunun dışında demiryolunun geçtiği bölgenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kullanmak da vardı. 

Cumhuriyetin kurucuları, devletin bir daha çökmemesi için fabrika kurdular, topyekun kalkınma politikalarını benimsediler. Yayılmacı, fetihçi, ümmetçi politikaların yerine barışçı ve ülkenin kıt kaynaklarını kalkınmaya ayıran bir politika uyguladılar. Barış; hem iç barıştı, hem de dış barış… İmparatorluk bakiyesi bir toplumda iç barış şarttı, uzun yıllar savaşan bir toplumda dış barış da… Bu bilinçli tercihin sonucudur ki Türkiye Cumhuriyeti, kurucu babalarının izinde, Türk tarihinin en uzun barış dönemini yaşamaktadır. 

Türkiye barış ve refah içinde yaşamak istiyorsa; demokrasiden, hukuk devletinden vazgeçmemelidir. Çökmek istemiyorsa fabrika kurmaya, üretmeye devam etmelidir. Fabrika yerine AVM yapmak, üretmek yerine tüketmektir. Barışın yerini savaş, üretmenin yerini tüketmek, fabrikanın yerini AVM almamalıdır. İzlenecek yol, Cumhuriyetin kurucu babalarının yoludur. Aksi takdirde 1,6 milyarlık İslam dünyası, 8,5 milyonluk İsrail’i protesto etmekten öteye geçemez. Türkiye, bu coğrafyaya örnek olacaksa Atatürk’ün yoluna, Cumhuriyetin kurucu babalarının yoluna dönmelidir. Coğrafya da model olarak Atatürk’ün yolunu izlemelidir.  

19 Mayıs, umudu yeşertmenin tarihidir. Kutlu olsun…  

http://Kaynak: Millileştirilen kuruluşlar için bkz: http://dergipark.gov.tr/download/article-file/187178