Mutlak monarşiler ya da eski bir deyimle idare-i şahsiye sistemine dayanan yönetimler bütün gücü ellerinde toplardı. Günümüzde de sayıları azalsa da –özellikle bizim coğrafyamızda- benzer yönetimler halen mevcut. Aslında ilkel demokrasi örnekleri olarak tanımlanabilecek yönetimler, 10 bin yıl önce gerçekleşen tarım devrimi (neolitik devrim) sonrasında ilk yerleşimlerin (köylerin) ardından Mezopotamya’da ortaya çıkan kent devletlerine kadar götürülebilir. Bu da nereden bakarsanız bakın 4-5000 yıllık kadar geriye gider. Dolayısıyla demokrasinin Batılı değil Doğulu olduğu tezi de ileri sürülebilir. Ancak bugün gerçek olan şudur ki demokrasi Doğulu olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Bir Doğulu için demokrasi, bir hayli yabancıdır.

Elbette daha bilineni demokrasinin Antik Yunan’a, Atina’ya dayandığı tezidir. Hangi tezi kabul edersek edelim, aslında modern demokrasinin kökleri Ortaçağ Avrupa’sına dayanır. 13. Yüzyılda artık tarım toplumu yeni bir devrimle, ticaret devrimiyle yeni bir aşamaya geçti. Kentler yükseldi; burjuvazi yeni bir sınıf olarak ve yeni bir zenginlik kaynağı ticaretle kendini gösterir oldu. Feodal, kaotik ve ama dinamik Ortaçağ Avrupa’sı, sınıflar arası çatışma ve uzlaşma eseri olarak yeni bir dönüm noktasına geldi. İngiltere, İsviçre gibi ülkelere ilave olarak İtalyan kentleri, Hansa (Almanya) kentleri ve Hollanda kentlerinde yürütme erkine karşı orta sınıf ve burjuvazi, “Temsil edilme hakkı olmazsa vergi de olmaz” ilkesini ortaya koyarak, yönetimlerin meşruiyetini meclislere dayanmaya zorladılar. Aslında bu noktada en bilinen örnek 1215 tarihli Magna Carta’dır. Baronlarla yani toprak sahipleriyle kral arasında yapılan bir sözleşme olan Magna Carta’yı ilk toplum sözleşmesi olarak görmek mümkündür. Gerçi bu sözleşme sıradan halk için değil egemen sınıfların mülkiyetini ve hukukunu korumaya yönelikti. Yine de ilerisi için önemli bir başlangıç, değerli bir kilometre taşıydı.

18. yüzyılın ikinci yarısında üç büyük devrim gerçekleşti. Biri Amerikan Devrimi idi. Onu Fransız Devrimi izledi. Siyasal ve sosyal sonuçları itibarıyla modern dünyanın temellerini atan bu iki devrimin tamamlayıcısı sanayi devrimi oldu. Aslında sanayi devrimini gerçekleştiren İngiltere idi ve Fransız-Amerikan devrimlerinin öncülü de 1640-1688 İngiliz Devrimiydi. 18. Yüzyılın ikinci yarısında dünya değişirken düşünsel düzeyde de bir değişim söz konusuydu. Tam bu noktada Aydınlanma filozoflarından Jean-Jacques Rousseau, 1762’de yazdığı Toplum Sözleşmesi (Du contrat social ou Principes du droit politique) adlı kitapta siyasi bir sistemin kurulabilmesi için en iyi yöntemin toplumsal sözleşme olduğu tezini ileri sürmektedir. Rousseau’nun tezi, aslında o yıllarda gerçekleşen devrimlerle örtüşmekteydi. Rousseau ile farklı eğilimleri olsa da Montesquieu de, Kanunların Ruhu Üzerine adlı eserinde (1748) değişen dünyanın yeni yönetim anlayışına öncülük eden isimlerin başında gelmektedir. Onun işlediği temel tez kuvvetler ayrılığı idi. Yasama ve yargı, yürütme erkinden ayrılmalıydı. Güç, tek adama/şahsi yönetimlere/mutlak monarşiye verilmemeliydi. Bu noktada Avrupa’da ortaya çıkan yönetimler ya devrimle monarşinin devrilerek yerini önce cumhuriyetlerin sonra da demokratik cumhuriyetler ya da yasama ve yargı gücünü yitirerek zayıflayan meşruti monarşilerin alması şeklinde belirginleşti. Birincisi devrimle ikincisi de reformlarla/evrimle gerçekleşti.

Osmanlı ise hep mutlak monarşiydi. Onu kısıtlayabilecek modern anlamda sınıfsal bir yapı hiçbir zaman oluşmadı. O nedenle de 1808 tarihli Senedi İttifak, hiçbir zaman Magna Carta’nın muadilini olmadı. Gülhane Hattı Hümayunu (1839) ve Birinci Meşrutiyet’e kaynaklık teşkil eden Kanunu Esasi de, bir toplum sözleşmesinin ya da bir toplumsal baskının neticesi değildi; bir monarkın halkına lütfettiği bir fermanla tanınan bir haktı. Belki bir kurtuluş reçetesi olarak da okunabilirdi. Uluslararası dengeleri de gözeten, devleti yeniden düzenleme çabasıydı; devletin kurtuluşu için reçeteydi. İkinci Meşrutiyet de yine Batı’da burjuvazinin ve orta sınıfların yarattığı değişim ve dinamizmi, bürokrasi

eliyle ama devleti kurtarmak için bir atılımdı. Ancak İttihat ve Terakki’nin otoriter yönetimi, Mehmet Reşat’ı Batılı anlamda bir sembolik monarka dönüştürse de, İttihat ve Terakki’nin iktidardan düşüşü ve Vahdettin’in tahta çıkışı –II. Abdülhamit döneminde olduğu gibi- mutlak monarşinin dönüşü idi.

İstanbul’daki mutlak monarşinin karşısına çıkan Ankara’daki Birinci Meclis oldu. Yönetim sistemi farklılığının yanı sıra zihniyetleri de farklı idi. Birinci Meclis ve lideri Atatürk, her şeyi meclisten –ve milletten- beklerken, İstanbul’daki Padişah ve Hükümeti her şeyi İngilizlerden beklemekteydi.

Türk Kurtuluş Savaşı şüphesiz dünyadaki ilk bağımsızlık savaşı değildi. Bununla birlikte 20. Yüzyıldaki en önemli bağımsızlık savaşı olduğu ve dönemin tüm sömürge milletlerine örnek olduğu gibi, bağımsızlık savaşını bir parlamentoya dayanarak yürüten istisnai bir bağımsızlık savaşıydı. Ülkenin bağımsızlığının sağlanması üzerine sağlanan mutabakat, bağımsızlığın elde edilmesine kadar bir koalisyon olarak birlikte yürütüldü. İstanbul Hükümeti ve Padişahın işbirlikçi siyasetine rağmen bağımsızlık konusunda bir toplumsal mutabakat olduğu ileri sürülebilir. Bağımsızlığın elde edilmesinden sonra çağdaşlaşma politikalarında ve ülkeyi kimin yöneteceği noktasında fikir ayrılıkları ortaya çıktı. Devrim süreci bir toplum sözleşmesini beraberinde getirmese de, geleceğe dair bir vizyon ortaya koydu. Kurtuluş Savaşı’nın toplumsal dinamiğini temsil eden Müdafaa-i Hukuk hareketinin devamı olarak ortaya çıkan Halk Fırkası’nın (1923) Tüzüğünün birinci maddesi, kurulan partinin amacını şöyle ortaya koymaktaydı:

- Milli hakimiyet esasını egemen kılmak (Demokrasi)

- Çağdaş bir toplum ve devlet inşa etmek

- Kanun üstünlüğünü sağlamak (Hukuk devleti).

Kuruluş sürecinin temel misyonu tekrar çöküş tehlikesiyle karşılaşmamak, ümmet kimliğinden koparak laik bir Türk milli kimliği ve ulus-devleti inşa etmek, bağımsızlığı özenle korumak, barış ortamında çağdaşlaşmaktı. Dolayısıyla bu zorlu bir süreçti. Ordu ve din kurumu denetim altında tutularak modernleştirici önderliğin iktidarı sağlamlaştırıldı ve modernleşme sürecinden geri dönülmesi ya da karşısına eski rejimi temsilen bir muhalefetin çıkmaması ve yeni rejimin güçlendirilmesi amaçlanıyordu. Bu noktada rejimin otoriter uygulamaları söz konusu idi ve vatandaşa hak’tan çok ödev yüklemekteydi. Çok partili hayata geçişle birlikte özgürlüklerin artmaya başladığı, cumhuriyetin demokrasiyle, demokrasi devrimiyle tamamlandığını söyleyebiliriz.

Altılı masa bileşenlerinin Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girerken ortaya koydukları anayasa önerisiyle, özgürlükler kısmına yönelik ciddi bir vurgu yaptıkları dikkat çekmektedir. Diğer taraftan uzun bir aradan sonra yürütme erkinin gücünün kısıtlanması ama yönetimde de istikrarın sağlanmasına özen gösterilmesi gibi kararlar öne çıkmaktadır. Dolayısıyla da Montesquieu’nün 250 yıl önce dile getirdiği ve Ortaçağ’da ve sonrasında Avrupa’da şekillenen, giderek yerleşen kuvvetler ayrılığı meselesine güçlü bir dönüş söz konusu olabilecektir. Yalnız buna nasıl geçileceği meselesi önemlidir. 2017 anayasa değişikliği ve CB hükümet sistemine geçiş hem olağanüstü koşullarda gerçekleşti ve hem de toplumsal mutabakatla sağlanamamıştı. Yeniden sistem değişikliğine gidileceğine göre bu konuda en geniş ölçüde toplumsal mutabakat sağlanmalıdır. Ayrıca anayasa değişikliği için halk oylamasına gidildiğinde 2/3 çoğunluk aranması bir kriter getirilmesi gerektiği fikrindeyim. Böylece hem değişiklikler zorlaşacak hem de toplumsal kutuplaşmanın önüne geçilecek, bir mutabakat zorunluluğu doğacaktır.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılı için bir toplum sözleşmesi oluşturabilmek tarihimizde bir ilk olacaktır. Bu temel üzerine muhalefetin daha geniş alanda bir gelecek vizyonu çizmeye ihtiyacı vardır. Belirsizlik ve karizmatik bir lider yokluğu seçmende “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmamak” eğilimine yol açabilir.