1960’lı yıllar dünyada ve Türkiye’de yükselen sol dalganın etkinliğinin arttığı yıllar oldu. Üstelik sol fraksiyonların sayısı ve çeşitliliği de bir hayli arttı. Bu yıllarda yükselen sosyalist akımlara paralel olarak üniversitelerde eğitim/öğretim faaliyetlerine dair öğrenci taleplerinin giderek düzen değişikliği taleplerine dönüştüğü, eğitim/öğretim alanının dışına çıktığı görülmekteydi. İnönü, öğrencilerin üniversitelerde çıkardığı olaylar nedeniyle gençlere “haytalar” demekteydi. Ancak “masum” öğrenci istekleri eğitim/öğretim faaliyetlerinin dışına taşmaktaydı. İktidarın bu talepleri çözmemesi veya dikkate almaması, öğrencilerin radikalleşmelerinin nedenlerinden biriydi.

Gençlik hareketlerini ya da öğrenci hareketlerini Demirel, “Mesele bir polis meselesi değil, sosyal meseledir, bütün dünyada vukua gelmektedir” diye yorumlamaktaydı. İnönü ise, “Bizdeki hareketi Avrupa’nın bir taklidi sanmak çok yanlış olur” demekteydi. Olayların gelişme trendi de Türkiye’de farklı olacaktı. Sosyalist öğrenci hareketlerinin karşısına milliyetçi-muhafazakar öğrenci hareketleri örgütlenerek çıkarıldı ve bunu 12 Mart askeri müdahalesi izledi. Üstelik Avrupa’daki öğrenci eylemlerinin liderleri sonraki yıllarda siyasal yaşamın içinde yer almaya devam ettiler. Bunun en belirgin örneği Avrupa Parlamentosu’nda sonraki yıllarda siyaset yapan Daniel Cohn-Bendit’tir. Türkiye’de ise idam edilen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını anmak gerekir.  

Deniz Gezmiş, CHP’li değildi. Siyasal yaşamına TİP’te başlamıştı. Ancak daha sonra oradan da ayrılmıştı. CHP, bu dönemde ortanın solu politikasını benimsemiş; her türlü darbe ve cunta hareketinin karşısında konum almıştı. Nitekim İnönü Başbakan iken 1962 ve 1963’te Talat Aydemir’in iki darbe girişimini önlemişti. Darbeyle ya da cuntayla değil seçimle iktidara gelmekten yanaydı. Emekten, çalışanlardan, ezilenlerden yana idi. Sosyalist Devrim ya da Milli Demokratik Devrim tezleri CHP’nin benimsediği yöntemler değildi. Bunlar karşısında cılız kalsa da üniversitelerde Sosyal Demokrat gençleri örgütlemeye girişmişti. CHP yönetimi (özellikle İnönü ve Ecevit), hem sosyalist eylemlere yönelen gençleri eleştiriyor ve hem de gençlik sorunlarını çözmeyen Demirel iktidarını eleştiriyordu. Ayrıca Demirel hükümetini bu gençlerin karşısına komando denilen gençleri çıkarmakla suçluyordu.

Ülke 12 Mart’a doğru adım adım giderken gençlik eylemleri tırmanmaktaydı. Gençlik eylemlerinde silah kullanılmasının ardından bu eylemleri yapanlar banka soygunlarına da giriştiler. Bunun üzerine Hükümet, bu tip suçlara yönelik cezaları ağırlaştırmayı, hak ve özgürlükleri kısıtlamayı amaçlayan bir tedbirler kanunu hazırlamaya girişti. Tasarının gündeme geldiği tarihlerde bir banka soygunu meydana geldi. Bu tarihten bir ay kadar önce de bir banka soygunu meydana gelmişti. Soygun, Deniz Gezmiş ve arkadaşları tarafından yapılmıştı. 

Yaşanan olaylar sırasında bazı komik olaylar da olmuyor değildi. Örneğin Şubat ayında (1971) bir sabaha karşı Balgat’taki Amerikan tesislerinde nöbet tutan bir Amerikalı astsubay kaçırıldı. Kaçıranlar karanlıkta astsubayın zenci olduğunu anlamamışlardı. Durumu fark ettikten sonra astsubaya taksi parası vererek serbest bıraktılar. Malum, ABD’de de zenciler eziliyordu. Zenciler Amerikan emperyalizmine hizmet ediyor olamazdı (!). Bu Gezmiş ve arkadaşlarının naifliklerinin de bir göstergesiydi.

12 Mart Muhtırası, Ecevit ile İnönü’nün yollarını ayıracaktır. 12 Mart karşısında izlenecek strateji bunun temel nedeni olacaktır. Ancak iki lider, 12 Mart sonrasında yakalanan ve yargılanan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam cezasına karşı çıkma konusunda birleşeceklerdir. 

12 Mart sonrasında CHP Genel Sekreterliği görevinden istifa eden Ecevit’in siyasetteki ve partisindeki ağırlığı sonraki süreçte de sürdü. 

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın hayatlarının bağışlanması için babalarının TBMM Dilekçe Komisyonu’na verdiği dilekçe dolayısıyla, Komisyonda bir konuşma yapan Ecevit (27 Mart 1972), hem idamlara karşı çıktı ve hem de partisinin Deniz Gezmiş ve arkadaşları ile arasındaki ideolojik ayrımı vurguladı:

“Ben ölüm cezasına ilke olarak karşıyım. Onun içindir ki rahmetli Nevşehir milletvekili Selahattin Hakkı Esatoğlu arkadaşımın daha 1970 başlarında hazırladığı ölüm cezasının kaldırılması ile ilgili yasa tasarısını imzalamıştım.

Fakat bugün burada Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın hayatlarının bağışlanması için konuşmamın nedeni ölüm cezasına ilke olarak karşı bulunuşum değildir. Yasalarda ölüm cezası yer aldığı sürece somut ölüm cezalarına ilke açısından karşı çıkmamın yararsız olacağını bilirim. 

Konuya hukuk açısından bakmıyorum. Bu hem bizim yetkimiz dışındadır hem de Türk yargıçlarının adaletine güveniyorum. 

Konuşmamın ölüm cezasına çarptırılan gençler için iyi duygular, düşünceler beslemekle de ilgisi yoktur. Bu gençlerden hiçbirini tanımam. Hiçbirinin düşüncelerine hiçbir zaman katılmadım. Hiçbirinin eylemlerini doğru bulmadım. Doğru bulmak şöyle dursun onların düşüncelerine de, eylemlerine de herkesten daha çok, daha sürekli, daha yüksek sesle karşı çıktım”.

Ecevit, 1968 sonrasında tırmanmaya başlayan şiddet eylemleri ve silahlı saldırılar karşısında yaptığı konuşmalardan örnekler verdi:

“CHP Barışçı bir partidir. Cana ve mala saldırı ölçüsüne varan taşkınlıkları, kime ve neye karşı olursa olsun, kimden gelirse gelsin ve nasıl bir amaca yönelirse yönelsin doğru bulmaz ve desteklemez” (2 Ağustos 1968). 

“CHP, demokrasiye karşı olan, demokrasiyi yıkmak ve bir dikta rejimine ortam hazırlamak isteyen her türlü gençlik hareketini, kaba kuvvete dayanan, silah kullanan her türlü eylemin kesin olarak karşısında olacaktır Tepeden de gelse, yer altından da gelse karşısında olacaktır” (26 Aralık 1969, CHP Ortak Grup Toplantısı).

“Git gide yaygınlaşan siyasal zorbalıkların, saldırganlıkların, cinayetlerin devrimcilik ve solculuk adına yapılanları da, din ve milliyetçilik adına yapılanları da bir amaca yönelmektedir. Demokrasinin yıkılmasını ve bir dikta rejimi kurulmasını sağlamak…” (15 Nisan 1970, TBMM)

12 Mart’tan bir buçuk ay önce ise yine TBMM kürsüsünde şunları söylemişti (29 Ocak 1971):

“Devgenç’in kanlı eylemlerini yönetenler, heyecanlarını sömürerek arkalarından sürükledikleri bir kısım gençlere de, sözde kurtarmak istedikleri Türk Halkına da ihanet içindedirler… Gerekirse silahların üstüne silahsız gideceğiz. Fakat hiçbir zaman silahlı tedhişçiliği solculuk sanan sahte devrimcilerin kanlı ellerine ellerimizi vermeyeceğiz”.

Peki Ecevit eylemlerine karşı çıktığı bu gençlerin idamına neden itiraz etmekte ve karşı çıkmaktaydı? Ecevit bunu komisyondaki konuşmasında şöyle açıklamaktaydı:

“Bu gençler ne kadar ağır suç işlemiş olurlarsa olsunlar, suçların bu gençlerden daha başka ve daha büyük sorumluları vardır. Bu gençler kışkırtılmışlardır, oyunlara sürüklenmişlerdir, tuzaklara çekilmişlerdir, sahne arkasından bu kışkırtmaları yapmış, bu oyunları, tuzakları hazırlamış olanlardan birçoğu serbest ve itibarlı durumdadırlar. Hiçbir kovuşturma yoktur haklarında… Onların günahı, birkaç gencin hayatı ile ödenmek ve örtülmek istemektedir. İşte bu büyük bir haksızlıktır. Tarih bu kadar büyük haksızlıklara katlanmaz; günün birinde örtüyü kaldırıverir. 

Ben de şimdi bir ucundan bu örtüyü kaldırmak, aralamak zorunluluğunu duyuyorum. 

Şimdiye kadar kendimi tuttum. Geçmişin geçmişte kalmasını diledim. Fakat mademki geçmişle ilgili hesaplar bazı insanların hayatı ile kapatılmak isteniyor artık bunu yapmağa kendimi mecbur sayıyorum” (…)

Gençlerin arasına ajanların sokulduğunu belirten Ecevit, bunların olayları ve radikalizmi kışkırttığını belirtmektedir:

“Bütün bunların gerisinde, bazen açıkta sahnede, bazen perde arkasında, Türkiye’de demokrasiye bağlanan umutlar sönsün, demokrasi yıkılsın, bir dikta rejimi kurulsun, bunun için gerekli birikim olsun diye stratejiler çizen, tertipler yapan, yaşını başını almış kimseler vardır… Bizim kınadığımız, bizim affedemediğimiz, arayış çağındaki, heyecan çağındaki gençleri, hiç utanmadan, sıkılmadan, kendi siyasal amaçlarına alet etmek isteyenlerdir. O gençlerin ardına gizlenerek, o gençleri kullanarak siyaset yapmağa kalkışanlardır…”

Ecevit, konuşmasında 29 Ocak 1971 tarihli konuşmasına tekrar göndermede bulunarak, oradaki konuşmasından şu satırları aktarmıştı:

“Artık açıkça anlaşılmaktadır ki, çoğu kez emniyet ajanları ardında sürüklenen devgenç’ler, kanat altındaki komandolar, Demirel hükümeti ile bilinçli veya bilinçsiz işbirliği halinde, Türk Demokrasisini yıkmak için kanlı tertiplere girişmekte son numaralarını göstermektedirler”.

Daha da geriye giden, Türkiye’de silahlanma yarışının nasıl başladığını anlatan Ecevit, başlangıç noktası olarak 1965 tarihi vermektedir: 

“1965’ten sonra Türkiye’de bir bölüm halk, silahlı savunma veya ayaklanma hazırlığına çağrılmıştır. Hükümet veya iktidar politikası olarak açıktan yapılmıştır bu çağrılar… Zaman zaman halk, ihkakı hakka çağrılmıştır.

Bazı ‘sağcı’ diye bilinen militan gruplar, resmi teşvikle, en azından, teşvik ölçüsüne varan bir himaye ve müsamaha ile açıktan silahlanmağa başlamışlardır.

Bunlar, ‘solcu’ veya ‘devrimci’ diye bilinen bazı topluluklara, o toplulukların yasalara göre düzenlenmiş toplantılarına saldırılarda bulunmuşlardır.

Bu gibi olaylar karşısında devlet polisi tek yanlı kullanılmıştır. Saldırıya uğrayanları korumak üzere değil, saldırıda bulunanlara destek olmak üzere kullanılmıştır. Polisin böyle kullanılması, kamu vicdanında isyan uyandırıcı biçim ve ölçülere varmıştır. Kamu vicdanını bırakınız, polisin kendi vicdanında isyan uyandırmıştır. Ve toplum polisi, tek yanlı siyasal amaçlarla kullanılmak istenmesini protesto etmiştir. 

Bunun üzerine saldırıya uğrayanlar da kendilerini savunmak ihtiyacıyla silahlanma zorunluluğu duydular.

Gerçi ben, hiçbir zaman, kendini savunmak için de olsa, bir toplumda insanların silahlanmasını doğru bulmam. Toplumda demokrasi ve barış isteniyorsa, silahlı saldırganların bile üstüne silahsız gidilmesi düşüncesindeyim.

Savunma gerekçesiyle bile olsa silahlanmayı, CHP de doğru bulmadı. CHP’li gençler ve onların düşündaşı olan Sosyal Demokrat gençler de silahlanmanın dışında kaldılar. Üstelik zaman zaman silahsızlanma çağrılarında bulundular”.

Siyasi partilerin yarı askeri kamplarda gençlere komando eğitimi verdiğine ve bazı Marksist, Maocu gençlerin Filistin’e gerilla eğitimine gittiğine dikkat çeken Ecevit, devletin aciz bir halde gösterildiğine dikkat çekti. Olayların sorumlusunun da sadece bu gençler olmadığına dikkat çekti:

“Bütün sorumluluğu şimdi idamları istenen ve hayatlarının bağışlanması için Yüksek Komisyona başvurulmuş bulunan gençlere yüklemek ne kadar haksızlıksa; bütün sorumluluğu, 12 Mart öncesi iktidara yüklemek de haksızlık olur… O dönemde yönetimin başında bulunanların sorumluluğu çok ağırdır”.

Ecevit’e göre sorumluluğu sadece iktidara yüklemek de yetersizdi: 

“Demokrasiye ve halka inanmayan bir kısım aydınların, bir müdahaleye ve dikta rejimine zemin hazırlanmasını ne kadar istemiş oldukları; içlerinden bazısının bu uğurda ne kadar çaba göstermiş oldukları inkar edilemez. 12 Mart 1971 öncesi dönemde, yalnız resmi makamların değil, geniş halk toplulukları dışında kalan (halkımız, her zaman olduğu gibi, olaylar içinde sağduyusunu korumayı bilmiştir) bir çok çevrelerin, kuruluşların sorumsuzca davranmış oldukları inkar edilemez. Gençlerin rejimi tahribe yönelen şiddet eylemlerinin tahrik kaynakları arasında, hiç şüphesiz bu gibi bazı çevreler de yer almaktadır. O dönemde iktidar neden böylesine sorumsuzca davranmıştır? Belki de bir ölçüde iktidarın kontrolü dışına çıkan bazı resmi kuruluşlar neden bu kadar kışkırtıcı rol oynamışlardır? Bir kısım aydınlar neden demokrasiden umut kesmişlerdir ve gençleri ateşe sürenlerin arasında yer almışlardır? Bunlar derinliğine siyasal ve sosyolojik araştırmaları gerektiren ilginç sorulardır. Fakat nedenleri ne olursa olsun, yöneticiler, bazı resmi kuruluşlar, çeşitli çevreler ve kurumlar, sorumsuzluğun her türlüsünü yapmışlardır. Şimdi hepsinin günahlarının kefaretini bir avuç genç ödeyecek…

İşte benim kabul etmediğim budur… İlerde, tek yanlış şartlanma ortamından çıkıldığında, her şeyin daha serbestçe konuşulup yazılabildiği ve öğrenilebildiği günler geldiğinde, kamu vicdanı da kabul etmeyecektir bunu… Daha bugün de, kamu vicdanının büyük kısmı kabul etmiyor… Ama kabul etmediğini yüksek sesle söyleyemiyor”.

Yine Ecevit, Gezmiş ve arkadaşlarının işledikleri suçlarla ilgili olarak da şu değerlendirmeyi yapıyor: 

“Kaldı ki, sizden hayatlarının bağışlanması istenen bu gençler adam öldürmediler. Ellerine fırsat geçtiğinde ve kendilerini kurtarmak için gerektiğinde bile elleri varmadı adam öldürmeğe…

Hiçbir demokratik ülkede, ideolojik suça bu kadar ağır ceza uygulanamaz. Yasalar gereğince verilmesi gerekse ve verilse de uygulanmaz. 

‘Biz o ülkelerle bir değiliz’ denebilir… İktisaden bir olmadığımız doğrudur. Ama hepsinden eski bir uygarlığımız, bir devlet geleneğimiz vardır… Ayrıca 100 yıllık bir parlamento rejimi ve çeyrek yüzyıllık bir çok partili demokrasi deneyi vardır... Böyle bir toplumun, devlet için zararlı gördüğü ideolojilerle, akımlarla mücadele için, daha demokratik, daha yumuşak fakat daha etkili yöntemler bulabilmesi gerekir. 

(…)

Yıllar yılı ülkemizde öyle bir hava esti ki, nice babalar çocuklarına sahip çıkamadılar… Hocalardan nicesi öğrencilerine sahip çıkamadılar… Devleti yönetenler devlete sahip çıkamadılar…

O yüzden, büyüklerin günahları veya yetersizliği yüzünden, devleti yönetenlerin günahları veya yetersizliği yüzünden veya belki onları da aşan bazı etkiler yüzünden, gençler arasından birçok kurban verildi, bugüne kadar… Onun için bu ölüm cezalarının bağışlanmasını diliyorum”.

Ecevit’in “Bu kadar kurban yetsin” dediği konuşmasının üzerinden 44 yıl geçti. Konuşması geriye dönüp baktığımızda ne kadar güncel, ne kadar yerinde ve ne kadar insanca değil mi?