Tarih ulusal kimlik inşasının önemli bir aracı. Pozitif etkisi bir hayli fazla. Ancak tarihi eğip bükerseniz, çarpıtırsanız hem toplumu bugünün sorunlarından uzaklaştırırsınız ve hem de tarihi kitlelerin afyonu haline getirebilirsiniz. Nitekim bu bağlamda Lozan’ın gizli maddeleri olduğuna, Lozan nedeniyle madenlerimizi çıkaramadığımıza ve 100 yıllık bir atlaşma olduğuna, zafer değil hezimet olduğuna kitleleri inandırmak mümkün. Üstelik Lozan’ın zıttı, Türk tarihinin en ağır antlaşması olan Sevr’i geçersiz, ölü olduğu fikrini benimsetmeniz de mümkün. Sevr’in geçersizliğinin nedeni de Osmanlı Parlamentosu’nun onaylamayışı olduğuna inanılır. Oysa parlamentonun dağıtıldığı, mutlak monarşinin olduğu, padişah ve hükümetinin temsilcilerinin antlaşmayı imzaladıklarını da görmezden gelebilirsiniz. Ayrıca Sevr’e bir günde gelmediğinizi 250 yıllık yenilgiler zinciriyle, II. Viyana Kuşatmasından itibaren adım adım geldiğinizi de unutabilirsiniz. Oysa siz unutsanız düşmanınız unutmaz, siz unutsanız tarih unutmaz. 

Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan Osmanlı Devleti, Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzaladı. Bu ateşkes, Sevr’in habercisi gibiydi. Sevr’in öncülü olarak Mondros (30 Ekim 1918), işgaller ve paylaşım için Osmanlı ordusunun dağıtılmasını ve silahlarına el konulmasını sağladı; ardından işgaller için gerekli mazereti (7. ve 24. maddeler) yarattı. Paris Barış Konferansı’nda Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın eline verilen ağır Sevr metni Padişah-Halife, Hükümeti ve Saltanat Şurası, -Şura’daki Topçu Feriki Rıza Paşa hariç- antlaşma metnini onayladı. Damat Ferit Paşa adına Bağdatlı Hadi Paşa, Rıza Tevfik ve Bern büyükelçisi Reşat Halis‘ten oluşan heyet, 10 Ağustos 1920‘de Sevr Antlaşması’nı imzaladı. BMM, Damat Ferit Paşa ve antlaşmayı imzalayanları vatan haini ilan etti (19 Ağustos 1920). Ankara İstiklal Mahkemesi de idama mahkum etti (7 Ekim 1920). Ankara Hükümeti ve onun dayandığı BMM, Sevr Anlaşması’nı kabul etmedi ve tanımadı. İstanbul Hükümeti’nin kabul ettiği ve imzaladığı Sevr’in geçersiz olmasını sağlayan, onu Ankara Hükümeti’nin tanımaması ve yürüttüğü Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanması neticesinde Sevr’in yerini Lozan’ın almasıdır. 

Birinci İnönü Zaferi’nin ardından İtilaf devletlerinin Sevr’i yumuşatarak –küçük değişikliklerle- Ankara Hükümeti’ne kabul ettirme çabası sonucunda Londra Konferansı toplandı. Yakın zamana kadar isyancı olarak görülen direnişçiler (milliyetçiler/Kemalistler), konferansa çağırıldı. Böylece Ankara Hükümeti hem Batılı devletler nezdinde tanınmış oldu ve hem de Ankara Hükümeti Batı dünyasına kendi tezlerini anlatma fırsatı elde etti. Konferans öncesinde 17 Ocak 1921’de United Telgraph muhabirine demeç veren Mustafa Kemal Paşa, muhabirin “Sevr Barış Antlaşmasında değişiklikler yapılması hakkında Türk milliyetçilerinin fikirleri nedir? Antlaşmada ne gibi değişiklikler yapılmasını istiyorlar?” sorusuna şu yanıtı verdi: 

“Siyasi, hukuki, ekonomik ve mali bağımsızlığımızı yok etmeye ve sonuç olarak yaşama hakkımızı ret etmeye ve yok etmeye yönelik olan Sevr Antlaşması bizce mevcut değildir. Bağımsızlığımızı ve egemenliğimizi sağlayacak bir barışın imzalanması nihai amacımızdır”.  

Londra Konferansı’nın ardından 1 Mart 1921 tarihinde TBMM’yi açış konuşmasında İngilizlerin barışçı amaçlarımızı görmezden geldiğini belirten Mustafa Kemal Paşa, İstanbul Hükümeti’nin imzaladığı Sevr’in Türk milleti için “idam kararı” olduğuna dikkat çekti. Sevr’in milletin direnişi karşısında uygulanamayacağını anlayan İtilaf devletleri liderleri “bizimle görüşme gereği duymuşlardır” dedi. Mustafa Kemal Paşa’ya göre 1920 yılının bize getirdiği “en büyük felaket ve uğursuzluk Sevr Barış Antlaşması idi”.

1921 yılının 1920 yılına göre Türk milleti için daha iyi bir yıl olduğuna dikkat çeken Mustafa Kemal Paşa, “Memleketimizin gerek siyasal, gerek ekonomik olarak idam hükmünü ilân eden Sevr Barış Antlaşmasının uygulanmasına engel olmak için milletimizin girişmeye mecbur kaldığı azimli mücadele karşısında o antlaşmanın bize zorla kabul ettirilemeyeceğini birçok kanlı mücadelelerden sonra anlayan İtilâf Devletleri bizi Londra‘ya davet etmişlerdi. Çok az bir zaman önce asi kabul edilen hükümetimizin böyle bir konferansa resmen davet edilmesi milletimiz hesabına kaydedilecek bir siyasal başarıdır” demekteydi. 

İzmir başta olmak üzere işgal altındaki vatan topraklarının kurtarılması ve Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasının ardından 27 Ekim 1922 tarihinde Bursa’da öğretmenlere hitap eden Mustafa Kemal Paşa, Sevr ve onu imzalayanlar hakkında şunları söylemekteydi:

“Bütün dünya bir an şüphe etmesin ki, Türkiye devletinin tek ve gerçek temsilcisi yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Küçük çıkarları için ve kendilerini koruma amacıyla milletin ve vatanın bağımsızlığını düşmanlara teslim etmekte sakınca görmeyen, bağımsızlığımızı imha etme şartlarını barındıran Sevres muahedenamesini kabul eden egemenlerin, sultanların, padişahların hikayelerini, bu gasplarını Türk milleti artık, ancak yalnız tarihte okur”.

Henüz Lozan görüşmeleri devam ederken Batı Anadolu seyahati sırasında Alaşehir’de halka hitap eden Mustafa Kemal Paşa, “Eğer milletimiz kendi egemenliğini kayıtsız şartsız elinde tutan bir hükümet kurmamış olsaydı, bugün elde ettiğimiz zaferlere hiç bir zaman ulaşamazdık ve memleketimizde şimdiye kadar Sevres antlaşması uygulanacak, bütün millet yabancıların kölesi olacaktı.

Arkadaşlar! Artık bu felaketli günler geri gelmeyecektir. Bütün düşmanlarımız, bütün dünya anlamıştır ki, egemenliğini pek kıskanç bir şekilde savunan ve koruyan milletimiz memlekete ayak basacak düşmanları kovacak ve mahvedecektir. Memleketimizin kalkınması ve milletimizin mutlu olması, her bireyin büyük fedakarlığı ve ulusal egemenliği korumasıyla mümkün olacaktır. Amacımız dışarıda bağımsızlık, içeride kayıtsız şartsız egemenliği korumaktan ibarettir. 

Ulusal egemenliğimizin en ufak bir parçasına bile zarar vermek isteyeceklerin kafasını parçalayacağınızdan eminim. 

Arkadaşlar! Bundan sonra çok önemli zaferlere kavuşacağız. Fakat bu zafer süngü zaferleri değil, ekonomi, bilim ve kültür zaferleri olacaktır. Ordumuzun şimdiye kadar elde ettiği zaferler memleketinizi gerçek kurtuluşa ulaştırmış sayılamaz. Bu zaferler ancak gelecekteki zaferimiz için değerli bir zemin hazırlamıştır. Askeri başarılarımızla böbürlenmeyelim. Yeni bilim ve ekonomi zaferlerine hazırlanalım”. 

Kurtuluş Savaşı’nı yürüten Birinci Meclis’in ardından toplanan ve Lozan Barış Antlaşması’nı onaylayacak olan İkinci Meclis’in açılış konuşmasında (13 Ağustos 1923) Mustafa Kemal Paşa şunları söyledi: 

“Efendiler, … düşmanlarla beraber padişah ve halife olan zat, … Paris’te imza ettikleri Sevr Muahedesini zorla millete kabul ettirmek için ortak tedbir aldılar. Anadolu’nun millî heyecanlarını bastırmak için başvurmadıkları şeytanlık bırakmadılar”.

Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasının ardından 10 yıl sonra (24 Temmuz 1933) Atatürk, Lozan Antlaşması hakkında şu tespiti yapıyordu:

“Lozan Antlaşması, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılan büyük bir suikastın sona erişini ifade eden bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir”.

Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri de incelendiğinde Sevr’in ne kadar kanlı canlı, gerçek bir antlaşma olduğu, ölü olmadığı açık bir şekilde görülmektedir. Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan barış antlaşmalarının hiçbiri ölü değildir. 

Osmanlı Devleti’nin imzaladığı Sevr’in Osmanlı Parlamentosu’nda onaylanmadığı için geçersiz olduğu iddiası, şehir efsanesinden ibarettir. “Hüküm, galibindir” anlayışını benimseyen Padişah-Halife ile Hükümeti, Mondros ve Sevr için teslimiyetçi, işbirlikçi bir tutum içerisine girdiler. Bu tutum ihanet çizgisine kadar uzandı. Eğer Anadolu direnişi –Padişah-Halife’ye rağmen- başarıya ulaşmasaydı, uygulanacak olan Sevr’di. Türk tarihinin en ağır antlaşması olan Sevr, Osmanlı Parlamentosu’nda onaylanmadığı için geçersiz olduğu iddiası ne yazık ki saçma sapan bir iddiadan ibarettir. Tarihte böyle bir şekilde geçersiz kalmış bir antlaşma var mıdır? İtilaf devletleri, “A bak Türkler ne akıllı çıktı Sevr’i parlamentoda onaylamadılar. Elimiz kolumuz bağlı. İşgal de edemeyiz!” mi demişlerdir? Yoksa zaten işgaller ve paylaşım Sevr’den önce, Mondros’tan hemen sonra mı başlamıştır? Türklerin akıl ettiğini niye Almanlar akıl edememişlerdir? Onlar da o tarihe kadar tarihlerinin en ağır antlaşması olan Versay’ı onaylamayarak sistemi kilitleseydiler. Hitler’i iktidara getirerek Versay’ı etkisiz hale getirmenin bedelini daha ağır bir şekilde ödemek zorunda kalmazlardı, değil mi? Birinci Dünya Savaşı sonunda dağılan tek imparatorluk Osmanlı da değildi. Onun yanında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da dağıldı. Onlar niye geçersiz kılmayı akıl edemediler acaba? Sonrasında antlaşmayı imzalayan Macaristan, Avusturya ve Bulgaristan da niye acaba aynı girişimde bulunmadı. Demek akıl edemediler! Bu da Vahdettin’in farkı demek ki (!)

Üç kıtada at koşturan imparatorluğun İkinci Viyana Kuşatması’nın ardından lime lime dökülmesi ve dağılması, Karlofça’dan Sevr’e gelmesi, yavaş yavaş gerçekleşti. Bu ne dış güçlerin komplosu ne de hainlerin işiydi. İmparatorluk modelinin eskimesi, tarım toplumunun ötesine geçemeyişi ve sanayileşememesiydi. Sevr, Karlofça’dan da ağırdı. Çünkü Karlofça büyük toprak kaybına yol açmakla birlikte imparatorluk ve devlet halen mevcuttu. Sevr ise devletin sonu, vatanın parçalanması ve milletin yok oluşu idi. Atatürk, Sevr’in yerine Lozan’ı ikame ederek/koyarak tarihin akışını değiştirdi. Yok oluşu, var oluşa çevirdi. Sevr’i unutmamak gerekir. Çağdaşlık olmadan tam bağımsızlığı sürdürmek mümkün değildir. Onlar olmadığında da hortlayacak olan Sevr’dir. Cumhuriyetin ikinci yüzyılında da barış içinde yaşamanın yolu Lozan’a ve onun getirdiği tam bağımsızlığa, onların da garantörü olan çağdaşlığa sahip çıkmak gerekir.