Türkiye çok partili demokratik hayata geçtiğinden beri yaşadığı ekonomik krizlerin en büyüklerinden birini yaşıyor. 1958, 1970, 1980 devalüasyonlu ekonomik krizleri, 1980 sonrasında 1994 ve 2001 yıllarında da yaşandı. Yaşanan krizin varlığı bu kadar ayan beyan iken ortada kriz yokmuş gibi davranmak işin ciddiyetine zarar verdiği gibi rasyonalite bağlamında bir ürküntü de yaratıyor.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi bağlamında yürütmenin gücünü artıran, yasama ve yargıyı yürütmenin etki alanına sokan mevcut siyasal sistem, ekonomik kırılganlığı arttırdığı gibi devletin kurumsal yapısında güvenirlik sorunu (TÜİK, Merkez Bankası…) yaratmaktadır. Ekonomik sorunların çözümünün daha çok yapısal olduğunu söylemek gerekir. Bu yapısal sorun sadece Ak Parti dönemine ait değildir. Onun ötesinde 1980 sonrasında üretime dayalı ekonominin/ithal ikameci sanayileşme modelinin yerini tüketime/ithalata dayalı ekonomik modelin alması sorunun ana nedenidir. Kıt sermaye kaynaklarının üretime/fabrika kurmaya değil inşaata harcanması, dışarıdan gelen sıcak parayla ekonomik çarkların döndürülmesi ülkenin zenginliklerinin yabancılara aktarılmasına yol açtığı gibi, Türk parasının değerini ve alım gücünü de düşürmektedir. Son aylarda Türk lirasının değer kaybı konusunda yaşanan ciddi kayıp, açık bir devalüasyondur. Bu da hayat pahalılığı, alım gücünün düşmesi olarak kendini göstermektedir.

Yaşanan ekonomik kriz sokakta açık bir şekilde kendini göstermektedir. Süleyman Demirel’in deyimiyle iktidarı getiren de götüren de tenceredir. Nitekim 2001 krizi neticesinde Ak Parti iktidarının gelişi de bu şekilde olmuştur.

Muhalefet, bu ekonomik koşullarda erken seçim istemektedir. Erken seçimin bu ekonomik koşullarda olabilmesi mümkün görülmemektedir. Olası bir erken seçimin Erdoğan’ın koşulları uygun görmesi ya da Bahçeli’nin baskısıyla olması mümkündür. Ancak mevcut koşullarda bu pek de ihtimal dahilinde değildir. Bahçeli’nin 2002’de ülkeyi erken seçime götürmesi kendisinin dışında iktidar hesaplarının yapılıyor olması ve Ecevit’in sağlık durumu nedeni ile idi. 2002’de Bahçeli doğrudan iktidar ortağı idi, bugün ise dolaylı iktidar ortağıdır. Bahçeli, Ak Parti ile “kader ortaklığı” yapmış durumdadır. Dolayısıyla bu kader ortaklığında ülkeyi erken seçime götürerek iktidarı kaybetme olmasa gerektir.

En geç bir buçuk yıl içerisinde seçim var. İktidar için bu Cumhurbaşkanlığı Hükümeti Sisteminin tekrar onaylanması olarak değerlendirilecektir. Muhalefet açısından da sistem değişikliğinin onaylanması olacaktır. Ülkedeki ekonomik kriz ortamı ve siyasal tıkanmışlık, demokratik kriz ortamı muhalefet için koşulları son derece uygun kılıyor. Hatta bundan daha iyi koşul olamaz denebilir.

Mevcut koşullar Millet İttifakı açısından koşulları son derece olumlu kılsa da içerisinde bir ikilemi de barındırıyor. Öncelikle Cumhur İttifakı adayı Erdoğan karşısında seçimi kazanmaları gerekiyor. Bunun için de Erdoğan’ın karşısına karizmatik ve seçim kazanma ihtimali yüksek, Millet İttifakı bileşenlerinin ve seçmen tabanının oyunu alabilecek “ortak” bir adayda uzlaşmaları şart. İkinci bir Ekmeleddin Vakası yaşanmaması gerekiyor. Gerçi Millet İttifakı bu hataya düşmeyecek bir deneyime sahip. 2019 yerel seçimlerinde kazanılan başarı bu deneyimin sahaya yansımasını temsil ediyor.

Millet İttifakının seçimi kazanmak için, kazanabilecek karizmatik bir adayla yola çıkması gerekiyor ama bu adayın seçimi kazandıktan sonra parlamenter demokratik sistem çerçevesinde sembolik bir cumhurbaşkanına dönüşmesi gerekiyor. İkilem, hem karizmatik bir adayla seçim kazanmak hem de bu adayın sonradan sembolik hakem/tarafsız bir cumhurbaşkanına dönüşmesinde… Karizmatik adaylar olarak an itibarıyla en uygun adaylar İmamoğlu ve Yavaş iken, sistemi dönüştürüp sembolik cumhurbaşkanı olmaya en müsait kişi ise Kılıçdaroğlu… Millet İttifakının bu ikilemi nasıl aşacağı meselesi, başarının anahtarı olacak. Çözüm yolu elbette Millet İttifakı liderlerinin bir araya gelerek aynı masada çözümü konuşmaları… Ancak ülke genelinde seçmen tabanının kimi istediğine de bakmayı ihmal etmemeleri gerekiyor.

Birkaç gün önce Cemal Süreyya’nın “Kısa Türkiye Tarihi” adlı şiirini okuyordum. Şu dizelere rastladım:

Üç anayasa

ortasında büyüdün:

Biri akasya

Biri gül

Biri zakkum.

Akasya 1924, gül 1961 ve zakkum 1982 Anayasasını simgeliyor. Zakkum’dan yapılan bir ilacın kansere iyi geldiğini söyleyen bir doktor vardı bir zamanlar. Zakkum kanser tedavisinde kullanılır mı bilmem ama Kenan Evren ve arkadaşlarının zakkumlu 1982 Anayasası Türkiye’ye iyi gelmedi. Mis kokulu erguvanların, bahar dallarının açtığı günleri görmemiz dileğiyle…