Sınıflı toplumlarda yürütme organının (kralın, mutlak monarşinin) gücünü sınırlamak görece daha kolay olmuş ve demokratik mücadele bu temelde yürütülebilmiştir. Monarşinin mutlak otoritesini vergi toplama ve savaş açma konusunda kırmaya gayret eden güçlü toplumsal sınıflar (aristokrasi, burjuvazi) yoğun bir mücadeleye giriştiler. İngiltere’de Magna Carta ile (1215) kendini gösteren bir uzlaşma zemini oluştu. Söz konusu uzlaşma hiç de kolay ortaya çıkmadı ve bir anda da sonuçlanmadı. Uzun yıllardır süren bir mücadelenin ve toplumsal uzlaşmanın ürünü olduğu gibi, sonraki yüzyıllarda da bu dengeyi korumak için çaba harcandı, mücadele edildi. Gücün dağıtılması, mutlak monarşinin otoritesinin kırılması, yargının yürütmenin kontrol ve denetiminden çıkması ve bir yasama organının (danışma organı değil!) oluşumu Geç Ortaçağ diye tanımlayabileceğimiz bir dönemde öncelikle İngiltere’de ortaya çıktı. Sonra da giderek Batı Avrupa’da yaygınlaştı. İngiltere’de sürecin görece erken gelişmesinin, yani meşruti demokrasinin erken oluşumunun nedenlerini şöyle özetlemek mümkündür:

. Mutlakıyetçi monarşinin gücünün kısıtlanması: Magna Carta… 

. Toprak soyluların/aristokrasinin Tarımsal kapitalizme yönelmesi ve böylece monarşiden bağımsızlaşabilmesi

. Tarımsal burjuvaziye dönüşen aristokrasinin kentlerdeki burjuvaziyle işbirliğine yönelmesi, iki sınıfın işbirliğinin monarşinin gücünün kırılmasını kolaylaştırması. Bu işbirliğinin parlamentoda kendini açık bir şekilde göstermesi. 

Modern Avrupa’nın temellerinin Batı Roma’nın çöküşü sonrasında merkezi otoritenin zayıflayarak feodalitenin ortaya çıkışı, çoklu sınıf yapısının gelişimi, kentlerin yükselişi ve bu süreçte gücün tek bir elde toplanmasını önleyecek dinamiklerin oluşumu, bu bağlamda kentlerin ve kentli sınıfların ağırlığının artması ile atıldığını söylemek gerekir. Bugünkü anlamda kuvvetler ayrılığının ve buna dayalı demokrasinin ortaya çıkışına zemin hazırlayacak olan Batı Avrupa’daki bu gelişimin bir benzerini Doğu dünyasında görebilmek mümkün olmadı. Nitekim bu nedenle de mutlak otoritenin gücünü sınırlamak ya da ondan hesap sorabilmek dünyevi değil, uhrevi oldu. Mutlak otoritenin kendisini zaman zaman “bilgece” sınırlama çabalarını Hz. Ömer örneğinde görsek de bu kalıcı bir kurumsal yapıya hiçbir zaman dönüşemedi. Hz. Ömer ile ilgili anlatılan aşağıdaki rivayet bu noktada anlamlıdır:  

Anlatıldığına göre Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir’in yerine halife olduktan sonra kendi parasıyla bir adam tutmuştu. Bu adamın görevi her gün belirli saatlerinde Hz. Ömer’in yanına gelerek ona: “Ya Ömer Allah’tan kork, ölüm var!” demekti. Burada iki noktaya değinmek gerekir; birincisi Hz. Ömer’in otoritesini sınırlayacak toplumsal bir dinamik yoktur, ikincisi Hz. Ömer’i korkutan dünyevi değil ilahi hesap vermedir. Hz. Ömer’in bile iktidar hırsına kapılmaktan korktuğu, kendini frenlemeye çalıştığı sonucu çıkarılabilir. Yine rivayete göre Hz. Ömer bir gün görevlendirdiği adamı yanına çağırır ve görevinin sona erdiğini söyler. Bunu duyan adam Hz. Ömer’e: “Ya Ömer bu güzel adetinden vaz mı geçtin?” der. Hz. Ömer bu soruya ”Şimdiye kadar gençtim, saçım ve sakalım ağarmamıştı. Doğru yoldan ayrılmamam için bana her gün ölümü hatırlatacak, Allah’tan korkmamı tavsiye edecek birine ihtiyacım vardı. Ancak bugün aynaya baktığımda saç ve sakalımın ağardığını gördüm, bana ölümün habercisi olarak onlar yeter” yanıtını verir. Hz. Ömer’e saçının ve sakalının beyazlaması yetse de, sonraki yüzyıllarda tarihsel deneyim göstermiştir ki, ölüm korkusu mutlak otoriteyi hiçbir zaman kısıtlamamıştır. O nedenle de toplumlar, yürütme organının gücünü kısıtlamak, onun karşısında yasama ve yargıyı çıkarmak, bir denge-denetleme mekanizması geliştirmek gibi yollara yönelmişlerdir. Üstelik toplumsal sınıflar/dinamikler de devletin otoriter bir devlete dönüşmesini önlemek için sürekli frenleyici olmaya gayret etmiştir. Burada toplumsal örgütlenmeye (sendika, baro, meslek örgütleri, dernek ve vakıflar) ve basına büyük görevler düşmektedir. Unutulmamalıdır ki bütün ülkelerde rejimin adı ne olursa olsun iktidar hep vardır; muhalefet ise sadece demokratik ülkelerde mevcuttur. Muhalefete tahammülsüzlük, demokrasiye tahammülsüzlüktür. 

Hz. Ömer dönemindekine benzer bir denetlenme ve hesap verilebilirlik ihtiyacı Osmanlı’da da hissedilmekteydi. Ancak sorun orada da aynı idi. Modern anlamda ne denetleyebilecek bir kurumsal yapı ne de toplumsal bir sınıfsal dinamizm mevcuttu. Bu nedenle de örneğin padişahların, üst düzey devlet adamlarının gittiği bazı camilere “enaniyet (bencillik) zinciri”konurdu; gelen devlet adamı başını eğerek zincirin altından geçmek zorunda kalırdı. Cuma namazı için camiye giden Padişaha, halk “Mağrur olma Padişahım senden büyük ALLAH var!” diye seslenirdi. Bu padişahın nefsine, egosuna yenilmemesi için yapılan bir hatırlatmaydı. Bu cümle aslında bir çaresizliğin ifadesiydi; Padişahı kısıtlayan bir güç yoktu. Yine dünyevi değil uhrevi bir hesap sorma umuduydu. Günümüz dünyasında da zaman zaman demokratik yollardan ya da hukuki yollardan içinden çıkamadığımız, çaresiz kaldığımız durumlarda kızdığımız kişilerin Allah’a hesap vereceklerini söyleyip rahatlama yoluna gideriz. Oysa demokratik bir ülkede, bir hukuk devletinde hesap dünyevidir, uhrevi değildir. 

Sonuç olarak yürütme organının güç kazanması, otoriterleşmesi karşısında onu denetleyen ve dengeleyen kuvvetler ayrılığı mekanizmasının, toplumsal dinamiklerin bizim coğrafyamızda/ülkemizde neden güdük kaldığı meselesi tarihsel bir sorun olarak ortadadır.