Amin Maalouf, romanlarının yanı sıra denemeleriyle de dikkat çeken bir isim. Lübnanlı Hıristiyan Arap yazar, Fransa’da yaşıyor. Yazdıkları da bizim coğrafyamızı, Akdeniz’i anlatıyor ağırlıklı olarak. Bu coğrafyanın bir insanı olarak zaman zaman karamsar tınılar taşısa da yazdıkları ufuk açıcı. Son deneme kitabı Uygarlıkların Batışı da bu minvalde bir kitap. Karamsarlığı haksız da sayılmaz hani örneğin kitabının 13. Sayfasında şunları yazmış:

“Doğu Akdeniz’in ışıkları sönünce karanlığın dünyaya yayıldığını söylemem doğru mu? Çağdaşlarım ve ben tüm zamanların en parlak teknolojik ilerlemesine tanık olurken; daha önce hiç görülmemiş bir şekilde insanların tüm bilgisi artık parmaklarımızın ucundayken; insan ömrü uzar ve giderek geçmişe göre daha sağlıklı yaşanırken; en başta Çin ve Hindistan olmak üzere, eski ‘Üçüncü Dünya’nın birçok ülkesi geri kalmışlıktan nihayet çıkarken, karanlıktan söz etmek yersiz değil mi? 

Ama bu asrın kahredici çelişkisi de bu zaten: Tarihte ilk kez insan türünü başındaki her türlü felaketten kurtarıp bir özgürlük, kusursuz ilerleme, gezegen dayanışması ve paylaşılan refah çağına dinginlik içinde götürmenin içinde götürmenin araçlarına sahibiz; ama son sürat zıt istikamette ilerliyoruz”.     

Batma tehlikesi içindeki halklar başlığı altında Maalouf "Nasıl ki en iyi perdahlanmış demir bile paslanmaya uzak değilse, en medeni imparatorluklar da her zaman barbarlığa aynı ölçüde yakın olacaktır; metaller gibi milletlerin de sadece dış yüzeyleri parlar” sözlerini (cümle Antonie de Rivarol’a ait) aktarır.

Yine aynı başlık altında toplumların tarih boyunca çeşitli bozgunlar yaşadıklarına değinir Maalouf. Burada Maalouf çok dikkat çekici bir cümle kuruyor ve diyor ki; “… bir mağlup için en kötüsü, bozgunun kendisi değil, ondan hareketle ebedi mağlup sendromu üretmektir. Sonunda tüm insanlıktan nefret etme ve kendi kendini yok etme noktasına gelinir”.  

İkinci Dünya Savaşı’ndan yenilerek çıkan ırkçı ve faşist iki rejimi bu noktada incelemek gerekir: Almanya ve Japonya… Kaldı ki Almanya, benzer bir durumu Birinci Dünya Savaşı’nda da yaşamıştı. İkinci Dünya Savaşı öncesinde oluşturdukları devasa askeri güce rağmen yenildiler. Utanç içindeki geçmişlerinden nasıl kurtuldu bu iki ülke? Savaş sonrasında askeri güçlerini yeniden oluşturmaktan vazgeçtiler. Ulusal gururlarını savaşla tekrar inşa etmeye yönelmediler. Oysa birbirine benzeyen, militer modernleşmeleriyle dünyada ayrı bir ekol yaratan bu iki ülke, ırkçı ve yayılmacı politikalarından vazgeçtiler. Savaşçı geçmişlerinden uzaklaşarak 1945 sonrasında ağırlıklı olarak sanayileşmeye ve refah toplumu yaratmaya giriştiler. Ulusal onurlarını gerçekleştirdikleri ekonomik mucize ile geri kazandılar. Hatta kendilerini yenenleri kıskandıracak bir başarıyı 1945’i takip eden 20 yıl içerisinde gerçekleştirdiler. Üstelik İkinci Dünya Savaşı sonrasında bölünen Almanya, hem Avrupa’nın fabrikası olmayı ve hem de yeniden birleşmeyi başarabildi. 

Almanya ile benzer bir parçalanmışlığı Güney Kore de yaşamaktadır. 20. Yüzyılın başında Japonya’nın işgaline uğrayan, 1950’lerde ikiye bölünen bir ülke Kore… Kuzeydeki totaliter rejimin askeri gücüne rağmen silahlanma yarışına girmeyip son 40 yılda hızlı bir sanayileşme politikasına yöneldi. Bunda uyguladıkları eğitim sisteminin de ciddi bir katkısı oldu. Batı dışı modernleşmeye yönelen ülkeler arasında Meksika, Arjantin, Türkiye, Mısır ve İran gibi ülkeleri sollayan Güney Kore’de en büyük değişim son 40 yılda gerçekleşti. 1966’da Mısır’da kişi başına düşen gelir 164 dolar iken Güney Kore’de 130 dolardı. Bugün ise Mısır’da 2.500 dolar, Güney Kore’de 30.000 dolardır. Söz konusu refahı sağlayan ileri teknoloji alanındaki üretimlerdir (tablet, telefon, televizyon, robot, otomobil…). Bu ekonomik kapasitesiyle Güney Kore de kuzeydeki parçasıyla bir gün birleşmeyi hayal ediyor; Almanya gibi!... (Ayrıntılı analizler için bkz. Maalouf, Uygarlıkların Batışı). 

Gelelim bize… 16. Yüzyılda üç kıtaya yayılan, Türk-İslam tarihinin en büyük ve en uzun ömürlü imparatorluğu olan Osmanlı, son üç yüz yılını Batı karşısında gerileyerek geçirdi. Bu beraberinde modernleşme çabasını getirse de çöküşü önleyemedi. Dramatik bir şekilde 1683’den 1921’e kadar, Avrupa’nın ortasından Anadolu’nun ortasına kadar 238 yıl boyunca geri çekildi. 1878’den 1918’e kadar üç büyük travma ile imparatorluk hızlı bir şekilde dağıldı: 

          o  1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı

         ◦ Balkanların büyük bölümünün kaybı ile sonuçlandı.

          o 1912 Birinci Balkan Savaşı

        ◦ Balkanların geri kalanı kaybedildi.

          o 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı

        ◦ Arap toprakları kaybedildi. 

Mondros Ateşkes Antlaşması (1918) ve Sevr Barış Antlaşması (1920) ile elde kalan son toprak parçasının da kaybı gündeme geldi. Sevr, Türk tarihinin en ağır, en aşağılayıcı antlaşmasıydı. Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde gerçekleşen ulusal silkiniş, Sevr’i tarihin çöp sepetine attı ve yerine Lozan’ı ikame etti. Bu süreçte yeni Türkiye, cihangir yani savaşçı/fetihçi bir devlet olmaktan vazgeçti. Nitekim Atatürk 13 Ocak 1923 tarihinde İzmit basın toplantısında gazetecilere İzmir’de toplanacak olan Türkiye İktisat Kongresi’ni haber verirken, bunu şöyle ifade etmişti: “Yeni Türkiye devleti temellerini süngü ile değil, süngünün de dayandığı iktisat ile kuracaktır. Yeni Türkiye devleti dünyayı alan bir devlet olmayacaktır. Ama, yeni Türkiye devleti bir iktisat devleti olacaktır.”

Atatürk’ün yurtta barış ve dünyada barış politikasının temeli eğitim ve sanayileşme ile bir refah toplumu yaratmaktı. Almanya, Japonya ve Güney Kore’nin yaptıklarını Türkiye de kurucu babanın mirasını izleyerek yapabilir. Bunu bugüne kadar yapamamış olmak Atatürk’ün değil, varislerinin hatası ve eksikliğidir. Türkiye’nin yapması gereken bu hedefe ulaşmaktır. Yeni Osmanlı hayalleri kurarak eski yayılmacı, fetihçi siyasetlere yönelmek çıkar yol değildir. Travmaları atlatmanın yolu eskiyi tekrar etmek değil, yeni ve ufuk açıcı yollar benimsemektir. İşte o hedefe ulaşıldığı gün, Atatürk’ün istediği sadece hatırlanmaktır. Böylece Türk milleti Atatürk’e olan borcunu ödeyebilecektir. Çünkü dünyada hiçbir millet bir adama, Türk milletinin Atatürk’e borçlandığı kadar borçlanmamıştır.