Türkiye’de çoğulcu hayatın başladığı İkinci Meşrutiyet’ten günümüze kadar geçen süreçte Türk siyasal yaşamı deyindeyse siyasal cepheleşmelerin tarihi olmuştur. Bu cepheleşmeleri şöyle sıralamak mümkündür:
İttihatçı-İtilafçı cepheleşmesi (1908-1922) 
Vatan Cephesi (DP-CHP, 1958-1960)
Sağ-Sol cepheleşmesi (1965-1980)
Milliyetçi Cephe (1975-1980)
Laik-İslamcı cepheleşmesi (1990’lı yıllar) 

Siyasal cepheleşme ya da kutuplaşma tarihe/maziye ait bir anı olmayıp halen devam eden bir süreçtir. Cumhur ittifakı ile Millet ittifakı şeklinde devam eden bu cepheleşme, mevcut siyasal sistemin (Cumhurbaşkanlığı Hükümeti Sistemi) -% 50+1 barajıyla birlikte- en zayıf noktalarından biridir. 

1908 seçimlerinden sonra İttihat ve Terakki Fırkası’nın karşısındaki muhalefetin güçlenmesiyle (Hürriyet ve İtilaf Fırkası) birlikte, seçimler “siyasal yarışma” olmaktan çıktı ve “sokak terörü”ne dönüştü. Nitekim 1912 yılında yapılan seçimler, “sopalı seçim” ve “dayaklı ve sopalı seçim” olarak tarihe geçti. İttihatçılar 1912 seçimlerini büyük çoğunlukla kazanmalarına rağmen, Meclis-i Mebusan yaklaşık üç ay sonra feshedildi ve İttihatçıların parlamentodaki üstünlüğüne son verildi (Ağustos 1912). Balkan Savaşları nedeniyle yapılması geciken seçimler, ancak 1914 yılında yapılabildi. 1913 yılında Babıali baskını ile iktidara gelen İttihat ve Terakki Fırkası, 1914 seçimlerine rakipsiz olarak girdi ve kazandı. Bu dönemde, Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na girdi. 1918 yılı sonbaharında  savaşta uğranılan yenilgi sonucunda İttihatçılar hükümetten çekilince, Padişah Vahdettin de “zorunlu politik nedenler” gerekçesini ileri sürerek İttihatçılar oluşan Meclis-i Mebusan’ı feshetti. 

Osmanlı Devleti döneminde yapılan altıncı ve son seçimler olan 1919 seçimleri, ülkenin büyük bölümünün işgal altında olması nedeniyle olağanüstü koşullar altında yapıldı. 1919 yılında yapılan seçimlere Museviler dışındaki azınlıklar (Ermeniler ve Rumlar) katılmadı. 1920 yılının Ocak ayında toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi, ancak iki ay kadar faaliyet gösterebildi. İngilizlerin Meclis’i basmaları (Mart 1920) sonrasında, Padişah Vahdettin dağılmış durumda olan Meclis’i feshetti (Nisan 1920). Bu Meclis’in en büyük işlevi, Milli Mücadele hareketinin ulusal sınırlarını çizen Misak-ı Milli’yi kabul etmekti.

İkinci Meşrutiyet döneminin siyasal ortamındaki parti kavgaları (İttihat ve Terakki Fırkası ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası) ülkeyi olumsuz yönde etkiledi. Sokak terörü, sopalı seçimler ve sürgünler, iki parti arasında büyük bir nefret yarattı. Bu nefret, Milli Mücadele’yi de olumsuz yönde etkiledi. Hürriyet ve İtilafçılar, Milli Mücadele’yi İttihatçı bir hareket olarak gördükleri için desteklemediler. Tek parti dönemi boyunca CHP, İkinci Meşrutiyet dönemindeki parti kavgalarını “yıkıcı” olarak tanımladı ve bunun propagandasını yaparak, kendi tek parti iktidarını pekiştirmede kullandı.

Tarık Zafer Tunaya, İttihat ve Terakki Fırkası ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası arasındaki çatışmanın halka nasıl yansıdığı konusunda şu bilgiyi vermektedir: 
“Yabancı işgali altında bulunan güney Ege’nin bir kasabasında iki devlet memuru bir mezarlığın yanından geçmektedirler. Birisi orada yatan dindaşlara fatiha okumayı öneriyor. Okuyorlar. Fakat öteki şunu ekliyor: ‘Ben duamı İttihatçıların ruhuna ithaf etmiyorum’.

Meşrutiyeti kasıp kavuran fırkacılık bu olay ile tanımlanabilir. Siyasi parti taraftarlığını bir tür din sayan, karşı parti üyesine ancak intikam ve kinle bakan insanlar ülkesinin tanıkları, bugün artık olağan bir kurum haline gelmiş olan fırkadan (siyasal partiden) söz edildiğinde daima ürkmüşlerdir”. 
Tunaya, 1950 seçimlerinden kısa bir süre önce yazdığı ve particiliği “yakın tarihin kabusu” olarak tanımladığı bu yazısında; parti yöneticileri, üyeleri ve sempatizanları arasındaki düşmanlığın ve cepheleşmenin artık gerilerde kaldığı gibi, iyimser bir değerlendirme yapmaktadır. Ancak, ne yazık ki, Tunaya’nın daha sonraki yazılarında da belirttiği gibi, “siyasi hayatın motoru” olan “kin” sonraki yıllarda da devam etmiştir. 

Fırkacılık, “Karşıt parti mensubu ancak kin ve intikamla bakmak demektir. Bu tür bir anlayışa dayanan çok partili rejim memleketi bir cehenneme çevirir. Muhalefet iktidar ilişkileri bir ölüm kalım savaşı olur. Karşılıklı düşman cephelerin kuruluşu demektir.
Meşrutiyet, soysuzlaştırılmış bir partiler rejimiyle, kolayca bir cehenneme çevrilebilmişti. Siyasal hayat ta bir savaş meydanına. Fırkacılığın varmış olduğu en feci sonuç, memleketin ikiye bölünmüş olmasıydı. İttihatçılarla (İttihat ve Terakki yanlıları) İtilafçılar (Hürriyet ve İtilaf partisi yanlıları) Orta Çağ’ın din savaşlarına egemen zihniyetin temsilcileriydiler. Birbirlerini öldürmelerini, idam sehpasında birbirlerine küfretmelerini mümkün kılan bu tutum, Türkiye’nin siyasal hayatında, çeşitli sosyal nedenlerin yaratığı olarak, Meşrutiyetle başlamıştır. Bugün bile süregelmektedir”.

T. Z. Tunaya’nın bu son değerlendirmesi 1963 yılına aittir. DP’nin 27 Mayıs ile iktidardan düşürüldüğü, Vatan Cephesi uygulamalarının yaşandığı ve Tunaya’nın da DP karşıtı safta yer aldığı düşünülecek olursa; 1950’deki iyimserliğinin DP iktidarı döneminde ortadan kalktığı anlaşılmaktadır.

İttihatçı-İtilafçı cepheleşmesi ile, DP-CHP cepheleşmesi arasında bazı benzerlikler bulmak mümkündür. Bunlardan en önemlisi, muhalefetin iktidara karşı birleşmesi ya da güç birliğine gitmesi, iktidarın da buna sert, anti-demokratik tepki göstermesi sonucunu doğurdu. Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İttihat ve Terakki Fırkası’nın karşısındaki küçük muhalif partilerin birleşmesiyle ortaya çıktı. Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na katılan partiler şunlardı: Osmanlı Demokrat Fırkası, Ahali Fırkası ve Mutedil Hürriyetperveran Fırkası. İttihat ve Terakki, iktidarını tehdit eden muhalefete karşı her türlü yıldırma politikasını izledi; muhalefet de, aynı şekilde yanıt verdi. 

Bilindiği üzere Yorgun Savaşçı, Kemal Tahir'in ünlü bir romanı. Osmanlı Devleti'nin Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzaladıktan sonra ülkenin işgal edilmesi ve Milli Mücadele’nin başlangıç yıllarını İttihatçı yüzbaşı Cemil üzerinden anlatır. Romanın kahramanı Cehennem Topçu Cemil, savaş yorgunudur. Savaş bitmiş olsa da üzerinden yorgunluğu atamadığı gibi bir taraftan her şeyi bırakıp uzak bir köyde eşiyle yaşama isteğiyle Anadolu’ya geçip Milli Mücadele saflarında yer alma isteği arasında gidip gelmektedir. Galip gelen Milli Mücadele saflarında yer almak olacaktır.  

Türk toplumu da bugün İkinci Meşrutiyetten beri devam eden; ülkeyi, toplumu ve demokrasiyi kemiren cepheleşmeden yorgun… Ülkedeki soğuk havalar ve kar yağışlarının bile bu cepheleşmeyi aşamadığını, son sürat sürdüğünü görmek son derece üzücü… 

Bugün gelinen noktada cepheleşmeler nedeniyle Türk toplumunun metal yorgunluğu yaşadığını düşünüyorum. Metal yorgunluğu, sürekli olarak çalışan ya da belirli bir yükün sürekli uygulanması sonucu metal malzemelerin istenilen dayanma özelliğini yitirmesi olarak tanımlanabilir. Türk toplumu da 110 yıllık süreçte bu yorgunluğu bariz bir şekilde hissediyor. 

Toplum olarak cepheleşmeyi aşabildiğimiz ölçüde millet olabileceğiz. Ancak millet olabilmeyi başarabilmenin bir yolu da cemaatçilik, etnik, dinsel ve mezhepsel kimlikçilik, nepotizm gibi sorunlardan kurtulmaya bağlı… Bugün toplum cepheleşme yorgunu ve bunun belirtilerini veriyor. Önümüzdeki süreçte kutuplaştıran değil, kucaklayan ve barıştıran siyasetçilerin kazanacağını, topluma nefes aldıracağını umut etmek istiyorum. Cepheleşmeyi aşma noktasında önemli kilometre taşlarından biri de Cumhuriyetin kurucularıyla ve Cumhuriyetin kurucu kültürüyle kavgayı kesmek… Bugün gelinen noktada Cumhuriyet ve Atatürk’le kavga edenlerin köklerinin Kurtuluş Savaşı’na karşı olmaya, düşmanla işbirliği yapmaya kadar gittiğini söylemek abartı olmayacaktır. 

Cumhuriyetin 100. Yılına doğru giderken toplumsal barışı sağlamayı, Cumhuriyetin kurucu değerleriyle barışmayı, elbirliği ile üretime dayalı bir refah toplumunu yaratmayı ve daha güçlü bir demokrasi kurmayı diliyorum. Toplumsal yorgunluğu ve gençlerdeki umutsuzluğu ancak böyle aşabiliriz. Bu noktada önümüzdeki süreçte sadece iktidar değişikliğini hedeflemek yeterli değil; ayakları yere basan, gerçekçi, devletin ve milletin yaralarını saran politikalar üretmek şart. Aksi takdirde İttihatçıların II. Abdülhamit’i devirince her şeyin düzeleceğine inanmalarına benzer bir durum ortaya çıkabilir.