Şüphesiz Türkiye Cumhuriyeti ve kurumları, Osmanlı modernleşmesi denilen sürecin içerisinden çıkmıştır; gökten zembille inmemiştir. Burada köklü bir kopuş olduğu kadar tarihsel süreklilikler, kırılmalar da vardır. Cumhuriyet kavramı da bu bağlamda değerlendirilmelidir. 

Cumhuriyet kavramının modern anlamda kullanılışı ve bize yansıması Ortaçağ’ın sonlarına rastlamaktadır. Özellikle şehir devletleri arasında cumhuriyetle yönetilenler vardır: Venedik Cumhuriyeti gibi… 

Osmanlı Devleti’nde cumhuriyet kavramı Tanzimat sonrasında 19. Yüzyılın ikinci yarısında kullanıma girmektedir. Kavramı ilk kullananlar Jön Türklerdir. Onlar daha çok mutlak monarşiyi meşruti monarşiye dönüştürmekten yanadır. Monarşiyi ortadan kaldırıp Cumhuriyet ilan etmek gibi bir amaçları yoktu. Böyle bir şeyi hayal bile ettiklerini söylemek mümkün değildir. Ancak cumhuriyetten övgüyle söz ettikleri de açıktır. Bununla birlikte cumhuriyet ve demokrasi kavramlarını biraz da eş anlamlı kullandıkları görülmektedir. Cumhuriyetin teoriden pratiğe dökülmesi, Milli Mücadele kazanımları ve Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimci yöntemleriyle söz konusu olabilecektir. 

Jön Türk hareketinin önde gelen isimleri arasında Namık Kemal, Şinasi ve Ziya Paşa gibi isimleri saymak gerekir. Bu isimler Osmanlı mutlak monarşi yönetimini, meşruti demokrasiye dönüştürmekten yanaydı. Bunu Batı’dan örnek alarak uygulama amaçları olmakla beraber, bu yönetim biçiminin İslami yönünü vurgulayarak dinsel referans da belirtmektedirler. Onlara göre Dört Halife dönemindeki meşveret sistemi, meşruti demokrasiyle benzer niteliktedir. 

Abdülaziz yönetimine muhalefet eden Jön Türk ileri gelenlerinin muhalefet merkezleri arasında Paris, Londra ve Cenevre’yi sayabiliriz. Namık Kemal’in Ziya Paşa ile birlikte Londra’da çıkarmaya başladığı Hürriyet gazetesi, yurt dışında çıkarılan önemli muhalif gazetelerin başında gelmektedir. Gazete Londra’nın ardından Cenevre’de çıktı. Yaklaşık iki yıl boyunca çıkan gazetenin (1868-1870), 150 yıl önceki nüshaları incelendiğinde kayda değer bilgilere rastlamaktayız. Gazetenin Londra’ya göre daha özgür bir ortam olan –Osmanlı Devleti’nin elinin uzanamadığı- Cenevre’de yayınlanan son nüshalarından birinde (99. Sayı, 1870) Ziya Paşa, Cumhuriyet yönetimleriyle şahsi yönetimleri karşılaştırmaktadır. Ziya Paşa’nın yazısını biraz sadeleştirerek aşağıya alalım:  

Cumhuriyet yönetimi ile şahsi yönetimlerin farkı
Cumhuriyet yönetiminde padişah, imparator, sadrazam, hariciye nazırı falan yoktur. Memleketin padişahı, imparatoru, kralı, sadrazamı hep memleket halkıdır. Cumhuriyet yönetiminde milyonlarca halk birkaç şahsi çıkarcının keyfinin esiri olmayıp zengin ve fakir herkes hukuki özgürlüğünü korumada serbesttir. Cumhuriyet yönetiminde kura çekerek, baskı ya da zorla asker yazmak ve yüz binlerce kişiyi evinden ve kazancından mahrum edip kışlalarda çürütme yöntemi yoktur. Çünkü memleket herkesin olduğu ve herkes malının düşman saldırısından korunması için elinden geleni yapacağından küçük büyük herkes askerdir; gerektiği zaman silahını kapan koşar. Bundan dolayı İsviçre halkı bir iki milyon nüfustan ibaret iken bugün kendisine dışarıdan saldırı yapılsa birkaç yüz bin asker sevk edecek güce sahiptir ve bu sebeptendir ki İsviçre yönetimi civarındaki devletlerin saldırı tehlikesi karşısında kendisinden emindir. 

Cumhuriyet yönetiminde tersaneye gerekli olan kereste ve halat için halk angarya uygulanmaz. Eğer yönetime kereste ve halat lazımsa parasını verir, halktan satır alır. 

Cumhuriyet yönetiminde gazeteler iktidara dalkavukluk/yağcılık yapmak zorunda olmayıp yasalar çerçevesinde her türlü itiraza/eleştiriye izinlidir. Bundan dolayı iktidarın en küçük kusurunu dev aynasıyla görür gibi kıyametler koparırlar. 

Cumhuriyet yönetiminde bir millet meclisi olur. Bunun üyelerini halk seçer. Yani halkın en eğitimli ve değerli seçilerek belirli bir süreyle üye atanır ve yine bunlar arasından eğitim ve değerlilik noktasında diğerlerinden üstün olan biri belirli bir süreyle meclis başkanı olarak seçilir. 

Cumhuriyet yönetiminde her kişi medeni kanun çerçevesinde her ne kadar özgür ve bireysel haklara sahipse de kanunlara uyma noktasında o kadar esir ve boyun eğen durumundadır. Kanun, usul, milli ahlak ve memleketin ihtiyaçlarına göre millet meclisinde oy çokluğu ile hazırlanmış ve kabul edilmiş hükümler ve düzenlemelerdir. Bütün işlemler bu kanunlara bağlı olarak yapılır; meclis ve hatta meclis başkanı bunu korumak ve buna hizmet etmek zorundadır. Meclise seçilenler üstün ahlakları ve zekaları ile belli bir süreyle seçilmelerine ve ulaştıkları makamlara rağmen halktan farkları ve ayrıcalıkları yoktur. Bunlar aylık, yıllık, rütbe, nişan için milletvekili ve meclis başkanı olmadıklarından hiçbiri diğerinden çekinmez. Başkan ve milletvekilleri herkes gibi kendi paylarına düşen vergileri öderler. Bunların faytonları, yaverleri, çavuşları, sırmalı cicili üniformaları, sarayları, köşkleri yoktur ve hiçbirinde memuriyetleri üzerinden zengin olmak, para kazanmak düşüncesi olamaz. 

Mahkemeler ise tamamıyla bağımsız olup her biri kendi kanununa göre hareket eder; ne millet meclisinin ne de meclis başkanının müdahale yetkisi yoktur. Kısacası meclis başkanı, milletvekilleri ve diğer tüm insanlar, yasaların dışına asla çıkmazlar. Bu nedenle cumhuriyet yönetimlerinde bakanların entrikaları asla başarılı olamaz. Ama kişi yönetimleri bu yönetimlerin tamamıyla aksine olup onlarda padişah ya da imparator adına genel idarenin dizginini ele alan bir adam bulunur. Ya da onların bakan, müsteşar unvanlarına sahip bazı kişiler idarenin başına geçerler, sanki memleket bunların atalarından kalmış çiftlik ve halk da çiftlikteki damızlık gibi milyonlarca halkı çalıştırırlar, soyarlar, ellerindekini alırlar ve kendi zevk ve eğlencelerine harcarlar. 

Kişi yönetimlerinde işin başında bulunan kim ise istediğini yapar; istediğini cennete istemediğini cehenneme koyar. Himaye ettiği kişilerden biri suçlu olsa kanunun pençesinden kurtarır. Mahkemede haksız bir iş olsa haklı çıkarır. Düşmanlık ettiği bir adamı kesinleşmiş bir suçlama yokken hapis ve sürgün eder, geçinme araçlarını bozarak yoksulluk ve zorluklar çektirir, kimse sesini çıkaramaz. 

Kişi yönetimlerinde gazeteler yöneticilerin dalkavukluğu ile geçinirler. Hükümet kötü bir iş yapsa bile överek göklere çıkarırlar. Yapılan kötülüğü iyilik diye göstermeye çalışırlar. Çünkü asıl amaçları vatana hizmet olmayıp para kazanmaktır ve para kazanmanın yolu da böyle olur. 

Kişi yönetiminin en kötüsü İran, ondan sonra bizim şimdiki Babıali, ondan sonra Rusya ve İtalya ve Avusturya ve Prusya ve Fransa ve İngiltere devletleridir. İngiltere bu devletleri en ehvenişeri (kötünün iyisi) iken orada bile bazen kanun bakanların kişisel çıkarları için feda edilir. Özel olarak İngilizler her milletten daha çok menfaatçi ve kendini beğenen ve zorba eğilimli olmalarıyla kaz gelen yerden tavuk esirgenmez örneğine uymakla her zaman bir yerden fayda hissetseler artık kanun, doğruluk gibi şeylere bakmayıp o menfaat uğrunda insanlık görevini bile feda ederler. 

Bu iki tür idarenin farkını Hürriyet gazetesi dört ay süresinde kendi üzerinde deneyim kazanarak öğrendi. Bundan dört ay önce Âli Paşa’yı memnun etmek için İngiliz bakanları memleketin kanunlarını ayaklar altına alarak Hürriyet matbaasına zulüm ederek haklarını ihlal ettiler. Âli Paşa hazretleri sahip olduğu devlet gücünü kullanmayı her yerde geçerli politika sanıp bu kez Hürriyet gazetesinin basımını engellemek için Fransa elçiliği aracılığıyla İsviçre Cumhuriyetine başvurdu. Ancak “Cumhuriyet yönetiminde herkes özgür ve serbest olduğu gibi basın da geniş özgürlüklere sahiptir, herkes istediği gibi gazete çıkarır, idare onu engelleyemez” cevabını aldı. Koca diplomat kendini politika biliminde tek otorite sayarken Cenevre Cumhuriyetinin kanunlarından habersizdi. “Orada da bir Lord Clarendon vardır, ben Devlet-i Aliye hukukunu feda ederim, o da benim istediğimi yapar” düşüncesiyle saldırdı. Fakat dişleri et yerine taşa rast geldi. (…)

Şu münasebetle reisicumhur ile bir görüşme yapıldı. Odasının döşenmesinde dört beş adet meşin kaplı ve hasır sandalye vardı. Elbisesi ise tozlu bir ceket, adi bir pantolon ve yelek ile hasır bir şapkadan ibaretti. Kapısının önünde perdeci, uşak, çavuş gibi kimse olmadığından herkes yanına girip çekinmeden işini söylediği ve her geleni sanki eski dostuymuş gibi elini uzatıp hal ve hatırını, işini uzun uzun sorduktan sonra söylenen iş olacak şey ise derhal gereğini söyleyip, olmayacak ise ayrıntılı olarak hukuki boyutunu açıklamaktaydı. Onun kibar tavırlarıyla bizim Babıali’deki Sadrazamın kibirli, kendini beğenmiş tavrı arasındaki büyük fark şaşırtıcıydı. Ancak bununla beraber büyük bir şüphe de ortadan kalktı. Çünkü önceden Paris ve Londra’da bulunduğumuz zamanlarda sokaklarda dilenci ve zaptiyeden geçilmez iken buraya geleli üç dört aydır zaptiye ve dilenci görmediğimiz gibi, esnaf ve hamallardan bile halinden şikayet eden kimseye rastlamayınca son derece şaşırmış ama nedenini tam anlamıyla anlayamamıştık. İşte bu konudaki şüphemiz de giderildi. Çünkü bir idare halka şefkatli bir baba gibi muamele eder ve ondan kanun karşısında büyük küçük, yerli yabancı fark olunmaz, herkes kendi görevi çerçevesinde davranır, her mazlum zalim karşısında hakkını alabilir, hiçbir zalim cezasız zulüm edemez, hatır gönül, rütbe, memuriyet için adalet görevi ayaklar altında çiğnenemez, elbette orada fakirlik olmaz ve öyle bir memlekette zaptiyenin hiç gereği olmaz. 

Bundan da açık bir şekilde anlaşılır ki bir hükümetin idaresi adil midir ve halkı mutlu mudur değil midir derhal anlaşılmak istenirse onun memleketine girildiği gün sokaklarına dikkat etmeli. Eğer dilenci ve zaptiye çok ise idarenin zulmüne ve halkın ezilmişliğine tereddütsüz bir şekilde inanmalı ve böyle değil ise aksini doğru bilmeli. Ya bizim İstanbul’a bir yabancı geldiğinde bu iki halin hangisini görür?  

Ziya Paşa’nın 152 yıl önce yazdığı, hala güncelliğini koruyan yazısı ve diğer Jön Türklerin siyasi fikirleri, hem İttihatçıları ve hem de Cumhuriyeti kuran kuşağı –başta Atatürk olmak üzere- derinden etkiledi. Ancak Cumhuriyet fikrinin Türkiye’de köklü bir temelinin olduğunu söylemek pek de mümkün değildir. Belki bu noktada Birinci Meclis’in ilan edilmemiş bir Cumhuriyet olduğu söylenebilir. Yönetim sistemi olarak da Ziya Paşa’nın överek söz ettiği İsviçre yönetimi, Birinci Meclis’in siyasal yapısı üzerinde etkili olan tarihsel örneklerdendir. Birinci Meclis, Fransız Devrimi’nin kurucu meclisinden ve İsviçre’nin güçlü meclis sisteminden derinden etkilenmişti. Jön Türklerin de 150 yıl önce demokrasinin basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı ve demokrasi kültürü noktasında İsviçre örneğini dikkatle incelemiş olmaları kayda değer. Üstelik demokrasiye İslami bir temel de arayışları takdire şayan… Elbette onların en büyük sorunu bence tüm sorunlara çözüm olarak demokrasiyi görmeleriydi; demokrasinin belli bir gelişmişlik düzeyinin sonucunda ortaya çıkan bir siyasal sistem olduğunu görmeyip, ona bir kurtuluş reçetesi olarak bakmalarıydı. Tüm sorunları çözecek sihirli değnek olarak demokrasiyi görmek yanlış olsa da, bugünün dünyasında demokrasi olmadan hiçbir sorunu çözmek mümkün değil. Elbette laik cumhuriyetten vazgeçmemek kaydıyla…