1909 yılı sonbaharında, her biri dünyanın geleceğini değiştirecek olan bu iki adam Viyana’da yaşıyorlardı. Biri yirminci yüzyılın konusunda en tanınmış ve en çok tartışılan düşünürü olan ve psikanalizin yaracısı Sigmund Freud’du. O zaman elli üç yaşındaydı. Adolf Hitler ise Viyana’ya mimar ve ressam olarak bir servet kazanmak hayaliyle gelmişti. Henüz çok gençti. Küçücük bir dairede bir arkadaşı ile birlikte kalıyor ve zamanını okuyarak, yazarak, beste yaparak geçiriyordu. Ölen annesinden biraz para kalmıştı. Bu parayı idareli harcıyor, az yiyor ve düşük bir kira ödüyordu. En büyük lüksü operaydı, özellikle de Wagner’in operaları. Devlet sanat okulu, başvurularını reddetmişti. Zaten otoriteye hep isyan eden kişiliğe sahipti Hitler. Öğretmenlerle arası hiçbir zaman iyi olmamıştı. Öğretmenler çalışmalarıyla dalga geçiyor ve onu yeteneksiz buluyorlardı. Ama o büyük bir ressam ya da ünlü bir mimar olmayı kafasına koymuştu.

Hitler iyi bir ressam veya mimar olabilseydi, tarih değişecek, belki de bizim kaderimiz de bundan etkilenecekti. Dünyada yaşayan her insanın kaderi birbirine bağlıdır. Hitler de önemli biri olmak istiyordu; ama doğruyu bulamadı.

Viyana’ya gitmeden önce memleketi olan Linz şehrinde akşam yürüyüşleri sırasında gördüğü Stafanie adlı bir kadına aşık olmuştu. Onunla tek bir kelime konuşmamasına rağmen onu unutamamıştı ve bu şehirde kazanacağı başarılarla onu etkilemeyi umuyordu. O zaman aşkına sadık kalmış, fahişelerden uzak durmuştu. Kadınların çoğu tarafından çekici bulunmasına karşın hiçbirine yüz vermedi. Bazen gittiği operada kadınlar gözlerini dikip ona uzun uzun bakıyor, hatta ona notlar göndererek buluşmak istiyorlardı. Ama genç adam kendi tabiriyle,”hayat alevini” kirletmemekte kararlıydı.

Kadınların ne istediği hususunda Freud da yıllarca düşünmüş, araştırmış ama işin içinden çıkamamış.

Hitler çocukluğundan beri aşırı duyarlıydı. Sinir krizlerine ve ağlama nöbetlerine yatkın bir kişiliği vardı. Hayvanları seviyor ve onlara eziyet edilmesine katlanamıyordu. Ağzına içki sürmüyor ve tütünün sağlığa çok zararlı olduğunu düşünüyordu.

Viyana için en büyük projelerinden biri şehrin varoşlarında yaşayan işçiler için tasarladığı geniş, ışık alan konutlardı; çünkü kendisi de o varoşlarda, çok zor şartlar altında yaşıyordu. Yalnızdı ve parası tükenmek üzereydi. Bir süre sokaklarda yaşadı. Kapı eşiklerinde ve parklarda banklarda yattı. Belki de arada bir dilendi. Kitaplar öyle yazıyor… Sonunda neredeyse manastır gibi katı kurallarla yönetilen bir erkek sığınma evine yerleşti. Sokakta tezgahlarda satılan kendi çizdiği kartpostallarla hayatını kazanmaya çalışıyordu. Bol bol okuyor ve sığınma evinde kalan insanlara nutuklar atıyordu. Sosyal faaliyet odasında toplandıklarında Yahudiler ve komünistler hakkındaki düşüncelerini anlatıyor ve Almanya’nın kaderinin diğer uluslardan üstün olmak olduğunu söylüyordu. Bazen oradakilerden biri Hitler’in ceketini gizlice oturduğu sıraya bağladıktan sonra onu çileden çıkaracak siyasi içerikli bir soru soruyordu. İşte o zaman bağıra çığıra ayağa fırladığında oturduğu sıra da onunla birlikte kalkıyor ve insanlar bu duruma uzun uzun, katıla katıla gülüyorlardı.

Hatta tanıştığı birçok insan onu deli sanıyordu ve hiç kimse onun dünyanın kaderini değiştirecek kadar önemli biri olacağını düşünmüyordu.

Adolf Hitler’in Viyana’da yaşadığı o günlerde Sigmund Freud, hayatının en parlak dönemini geçirdi. Orta yaşlarda, dinç, toparlak yüzlü, gür saçları ve sakalı olan gösterişli bir adamdı. Yüzünde hem doymuşluk hem de hırs ifadeleri bir aradaydı. Kanca gibi bir burnu ve parlak, dikkat çekici gözleri vardı. Son derece kendinden emin etkileyici bir adamdı. Muhteşem bir zekaya ve ince bir mizah duygusuna sahipti.

1909 yılı sonbaharında Hitler sokaklarda yaşarken Freud yazdığı kitaplarla dünyanın dikkatini üzerinde toplamaya başlamıştı. Onun hayali de ünlü bir düşünür olmaktı. Zaten sonunda bilinçdışı dinamiklerinin haritasını çıkararak dünya çapında önem arz eden pek çok teorinin altına imzasını attı. O yıllarda insanların tiranlardan nasıl etkilendiğini, onlara boyun eğmekle kalmayıp aynı zamanda saygı ve sevgi duymalarına neyin yol açtığını analiz etmeye çalışıyordu.

O yıllarda belki de Viyana sokaklarında karşılaştılar. O zaman muhtemelen Freud Hitler’i bir sokak faresine benzetmiştir. Hitler ise Freud’u, her zaman küçümsediği ve nefret ettiği üst sınıfa mensup bir Viyanalı olarak görmüş ve onun bir Yahudi olduğunu hemen anlamıştır.

Hitler’in önünü Birinci Dünya Savaşı açtı. Alman ordusunda ulaklık yapıyordu. Bu dönemde dikkat çekecek kadar ciddi cesaret örnekleri göstermiş ve birçok madalya kazanmıştı. Savaştan sonra Münih’te küçük bir siyasi partiye katıldı. Zamanla bu partiyi güçlü bir birliğe dönüştürdü. 1923 yılında bir darbe girişiminde bulunduysa da başaramadı. Hapse girdi. Hapisteyken yazdığı Kavgam adlı kitapta geçmişini anlatıp Almanya’nın geleceğine dair ayrıntılı programını açıkladı. Sonraki on yıl boyunca durmadan savaştı. Hayallerinden hiç vazgeçmedi. Ve sonunda 1933’de şansölye olmayı başardı. Ancak en büyük hayali, bir zamanlar içinde yaşadığı Avusturya’ya hakim olabilmekti.

Hapisteyken yazdığı Kavgam adlı kitabın daha ilk sahifelerinde Avusturya’nın Alman ulusunun bir parçası haline getirilmesi gerektiğini yazmıştı ve başa geçtikten sonra da bunu gerçekleştirmeye kararlıydı. Çünkü Viyana’da yaşadığı yıllar hiç aklından çıkmıyordu. O şehre anasının kucağında bir çocuk gibi geldiğini ve Viyana’nın kendisini giderek daha da sertleştirdiğini söylerdi. Bazen de şaka yollu o şehri yerle bir etmenin ne kadar zevkli olacağından söz ederdi.

Hitler o şehirde çok sürünmüştü. İnsan öyle günleri kolay unutmuyor olsa gerek; Hitler de unutmamış. 1938 kışında Hitler’i Viyana’da bekleyenler arasında yaşlanmış ve ağır hasta olan Sigmund Freud’un yanı sıra yaklaşık yüz yetmiş bin Yahudi daha vardı. Naziler, Freud’dan nefret ediyordu. Hatta 1933’lerde Almanya’da yapılan sokak eylemlerinde Freud’un kitapları yakılmıştı. Kitaplarının yakıldığını haber alan Freud,  epeyce ilerleme kaydetmişiz, Ortaçağ’da olsak beni yakarlardı, şimdilik kitapları yakmak onlara yetiyor, demişti. Oysa beş yıl sonra yani 1938’de Viyana’ya gelen Naziler sadece kitap yakmak ile yetinmeyeceklerdi.

Çok kötü şeyler yaşanmış Viyana’da… İnsanlarda hiç insaf, merhamet kalmamış. Komşu komşuya düşman olmuş. Demek ki kötü olan sadece Hitler değilmiş… Hitler belki de insanların içindeki kötülüğü ateşledi ve hep birlikte delirdiler. Hitler gerçekten bunu yapmış, yani insanların içindeki kötülüğü ateşlemiş.

1938’de Freud seksen bir yaşında, iki büklüm olmuş ve çene kanserinden mustarip, mücadele gücü azalmış bir yaşlı bir adamdı. Saçı, sakalı bembeyazdı ve taktığı siyah çerçeveli gözlükle tıpkı bir baykuşa benziyordu. Kanser yüzünden geçirdiği çok sayıda ameliyat sırasında çekilen dişlerinin ve yüzünden alınan kemiklerin yerine çenesine takılan protez nedeniyle, eskisi kadar etkileyici ve net konuşamıyordu; ama gözleri hala parlak, bakışlarıysa etkileyiciydi.  Bu arada Hitler de kafasına koyduğunu yapmaya hazırlanıyordu. Bu amaçla Avusturya Şansölyesini ayağına çağırdı. Bir zamanların sokak faresi şimdi ulusların liderini ayağına çağırıyordu. Şansölye çerçevesiz gözlük takan ve peş peşe sigara tüttüren, içe dönük bir adamdı ve Führer’le başa çıkabilecek kapasitede biri değildi. Hitler ona birçok ültimatom verdi. Avusturya’nın yüce Alman ulusuyla birleşmesiyle ilgili referandum yapılmasını istedi. Şansölyenin canı çok sıkılmıştı. Hatta ‘Keşke onunla başa çıkabilmek için yanımda bir psikiyatrist getirseydim’ diye düşündü.  Hitler, Viyana’da bir sabah uyanınca orada bizi göreceksin! Bir ilkbahar fırtınası gibi! Kan akacak, diyordu.

Dünya siyasetinde her zaman psikiyatristlerden faydalanılmıştır. Özellikle Amerikalılar bunu devamlı yapar. Çünkü siyasilerin hedefi insandır. Tek tek insanlara ulaşmak isterler, bunu da en iyi psikiyatristler yapar.

Avusturya Şansölyesi, Hitler’in ülkesini istila edeceğini anlayınca başta İngiltere ve Fransa olmak üzere bütün dünya devletlerinden yardım çağrısında bulunmuş; ama kimse olanlara aldırmamış ve şansölyeyi kaderiyle baş başa bırakmışlardır. Sanırım Hitler’in aynı şeyi onlara da yapabileceği kimsenin aklına gelmemiş.

Hitler, gücünün doruğundayken Freud son on beş yıldır acı çekmesine yol açan çene kanseri yüzünden zor günler yaşıyordu. Çağdaşlarının afallatıcı bulduğu şeyleri hiç korkmadan ve çekinmeden söyleyen, yazan, son derece asi ruhlu ve tutkulu bir adamdı. Bir şeyin doğru olduğuna inanırsa bunu mutlaka yazar ve yayımlardı. O sırada büyük bir tehlike altında bulunan Freud’a ilk yardım teklifi ABD’den geldi; ama Freud kabul etmedi; çünkü Amerikalıları hiç sevmezdi. Ancak Viyana’da ortalık çok karışmış, şehir ‘Yahudilere ölüm’ sloganlarıyla inlemeye başlamıştı.

Viyana’da insanlar Yahudilere ait dükkanları taşlanmaya başlamıştı bile. Bütün bu olanları dünyada destekleyen tek ülke, Mussolini liderliğindeki İtalya’ydı. 12 mart 1938’de Alman askerleri hiçbir direnişle karşılaşmadan Avusturya’ya girdiler. Artık ilhak yani kendi deyimleriyle Anschluss başlamıştı. Freud o cumartesi günü, günlüğüne iki sözcük yazdı: “Finis Austria” yani Avusturya bitti.

Freud, Hitler’in başa geçmesinden bir yıl önce şöyle yazmıştı: “Gelecek belirsiz. Sonumun gelmesini giderek azalan bir üzüntüyle bekliyorum. Olacaklar beni korkutuyor, bunları görecek kadar yaşamam inşallah!”

O gün Avusturya’yı işgal eden Nazi askerleri görkemli bir karşılamanın tadını çıkarıyordu. Onları izlemek için sokaklara dökülen kalabalıklar yollarına o kadar çiçek serptiler ki gözleri, atılan çiçeklerden yaralanmasın diye askerlere koruma gözlükleri takmaları emredildi.

Bazen toplumlar hastalanabiliyor. O günün dünyasında teklik, basitlik istiyordu insanlar. Kaba kuvvetin hakim olduğu ama rahatlatıcı basitlikte bir dünyada yaşamak istiyorlardı. Tek partinin, tek bir ırkın ve güçlü bir liderin kendilerine çeki düzen vermesini istiyorlardı.

O gün Hitler üstü açık bir Mercedes’te ayakta durarak, sol eliyle arabanın ön camını tutup sağ eliyle kendisini karşılamak için toplanmış kalabalıklara selam veriyordu. Ama dalgındı, selamları gönülsüz ve zorakiydi. Kalabalıkların ortasında tamamen korumasızdı. Uyurgezer gibi de olsa kendisinden emin görünmeye çalışıyordu. Hitler’in arabası bir zamanlar erkek sığınma evinde yaşarken sık sık hayallerine giren Imperial Otel’in önünde durdu. Otelin önüne, üzerinde gamalı haç olan dev gibi bir kırmızı bayrak asılmıştı. Hitler kral dairesine çıkarken dışarıdaki kalabalık, Almanların içki içerken söylediği bir şarkının sözlerini değiştirerek söylüyor ve hep bir ağızdan Hitler’e şöyle sesleniyorlardı: “Eve gitmeyeceğiz.” Führer, balkona çıkıp onlara sesleninceye kadar kalabalık gece boyunca şarkı söyledi ve Hitler defalarca onları selamlamak zorunda kaldı.

Akşam ilerledikçe Hitler otuz yıl önce Viyana’da yaşarken Imperial Oteli’yle ilgili duygularını tek tek anımsamaya başladı ve konuşma nöbetlerinden birini geçirdi. Kendine “Hiçlikten gelen yalnız adam” dedi. Bu uzun monologlarda Hitler bağıra çığıra, hiç susmadan konuşuyor ve yanındakilere şöyle diyordu: “Lobideki parlak ışıkları ve avizeleri görür; ama içeri girmemin mümkün olmadığını bilirdim. Bir gece çok kar yağmış ve kapının önünde neredeyse bir metre yüksekliğinde kar birikmişti. Bunu görünce karı küreyip karnımı doyurabilecek kadar para kazanabileceğimi fark ettim. Yanımdaki beş altı kişiyle birlikte otelin önündeki karı temizledik. Kraliyet ailesi, Habsburg mensupları o gece oteldeydiler. Onların kraliyet arabalarından inip kırmızı halıdan kibirle yürüyerek bu otele girdiklerini gördüm. Biz zavallılar ise sokakların karını kürüyor ve önümüzden geçen her aristokrata şapkamızı çıkarıyorduk. Bize bakmıyorlardı bile, oysa burnuma gelen parfüm kokusu hala aklımdadır. Onların ve Viyana’nın gözünde ancak bütün gece yağan kar kadar değerliydik. Otel görevlileri o gece çok üşümemize rağmen bize bir fincan sıcak kahve bile ikram etmediler. Otelden çok güzel bir müzik sesi geliyordu. Bu ses beni iyice duygulandırıyor ve ağlamak istiyordum. O an ağlama şansım bile yoktu ve bu adaletsizlik beni çıldırtıyordu. İşte o gece, günün birinde Imperial Otel’e geri dönmeye ve kırmızı halıdan yürüyerek geçip o aydınlık lobiye, Habsburgların dans ettiği salona girmeye karar verdim. Nasıl ve ne zaman olur bilmiyordum; ama bekliyordum. Ve işte buradayım.”

Olanlara Hitler bile şaşırıp kalmıştı. Ertesi gün yani 15 Mart Salı günü Freud için ne kadar üzücüyse Hitler için o kadar önemli ve gurur veren bir gündü. İki yüz elli bin kişinin önünde Hitler “Vatanım” dediği Viyana’nın, Alman Reichi’ne katılmasını kutluyordu. Bu arada Yahudilere saldırılar başlamış ve sokaklar giderek bir tür kara karnavala, ırksal nefretin patladığı bir şehir cehennemine dönmüştü. Pek çok Yahudi intihar ediyor, yüzlerce Yahudi erkek ve kadın Nazilerin tuvaletlerini temizlemek için gözaltına  alınıyor; yaşlı, ak sakallı Yahudiler toplanıp sinagoglara götürülerek onlardan dizlerinin üstüne çökerek “Heil Hitler!” diye bağırarak selam vermeleri isteniyordu. Bazı Yahudi işadamlarının ellerine diş fırçaları verilerek sokakları temizlemeleri isteniyordu.

Yahudiler şehri terk etmeye çalışıyordu ama Naziler buna da izin vermiyor, tren istasyonlarında onları durdurup tutukluyorlardı. Onları hapse atıyor, işyerlerine el koyuyor, binalarını işgal ediyor, orada yaşayanları sokağa atıp dairelere kendileri yerleşiyorlardı. Yahudi anne babalara çocuklarının yanında hakaret edilip yüzlerine tükürülüyordu.

Naziler pislik ve bulaşıcı hastalık meselesini kafaya takmışlardı. Sürekli olarak Yahudilerin sokakları ve tuvaletleri temizlemesini istiyorlar, kendilerine Yahudilerden hastalık bulaşmasından korkuyorlardı. Daha ileriki zamanlarda Yahudilerden temizlik yapmaları beklenmeyecek, onlar tamamen ortadan kaldırılarak toptan bir temizlik yapılacaktı.

Almanlarda Yahudi düşmanlığı, Hitler’in başa geçmesinden sonra başlamış ve beş yıl içerisinde yavaş yavaş doruk noktasına gelmişti. Ancak bir Yahudi için Berlin bile Viyana’dan daha güvenliydi; çünkü Avusturyalılar bu konuda başı çekiyor, bir toplumun nasıl bu kadar zalim olabildiği bütün dünyayı şaşırtıyordu. Güya Avrupa’nın en hoşgörülü milleti olan Avusturyalılar sadece birkaç gün içinde Yahudilere kudurmuşçasına saldırdılar. Bütün bu olanlara Freud kadar onun yakın arkadaşı ve yine Yahudi olan ünlü yazar Stefan Zweig da şaşıyordu.

O zamanlar Viyana ,bütün bu barbarlıklar yaşanırken,  dünya sanat ve kültür başkenti olmayı da başarmış. Ne kadar ünlü sanatçı ve bilim insanı varsa o devirde hepsi de Viyana’da yaşıyormuş.

İnsanoğlunun hep sadist yönüyle ilgilenmiş olan Freud, en uygar halkların bile şiddet tecavüz ve yağma fantezileri kurduğuna inanıyordu. Freud’a göre hepimizin içinde birer suçlu yatar. Freud Hitler’le Nazileri hayatın gerçekleri olarak kabul eder ve onlara pek şaşırmaz; çünkü Hitler’in sergilediği türden bir otoritenin bir yazar, düşünür ve aynı zamanda bir terapist olarak böyle bir ortamda nelere yol açabileceğini gayet iyi bilir.

Freud yıllarını rüyaları ve halk öykülerini, dil sürçmelerini, fıkraları, çocukları, fantezileri ve sanatı inceleyerek geçirmişti. İnsan hayatının basit ama unutulmuş köşelerinde gerçeği arıyordu. Arzularını daha iyi tanırlarsa insanların kendilerini daha az reddedeceklerine, böylece daha özgür, daha huzurlu olabileceklerine inanıyordu. Her arzuyu tatmin etmemiz gerekmez. Sadece onları sözcüklere dökmekle, bastırılmış olanı ortaya çıkararak bile kendimizi biraz daha kolay kabullenebilir ve arada sırada mutlu olabiliriz diyordu.

Freud insanların otoriteye, özellikle de yıkıcı otoriteye bağımlı olduklarına inanırdı. Genellikle en güçlü arzumuz, arzularımızı bizim yerimize kontrol edecek, onları durduracak bir figür bulmaktır. Bu yüzden hükmedilmek, otoriteye boyun eğmek isteriz, derdi. Freud kalabalık insan gruplarını tehlikeli bulurdu. Hem yasaklayıcı, hem de izin verici birinin lider rolünü üstlenmesiyle birlikte kalabalıkların ölümcül tehlikeler yaratabileceğine inanırdı. Tam da o dönemde Freud’un düşüncelerine çok uyan, dünyaya tavizsiz bakan ve net bir programa sahip bir politikacı ortaya çıkmıştı. Hitler nelerden nefret ettiğini çok iyi biliyordu. Yahudilerden, Versailles Antlaşması’ndan ve Marxistlerden… Ne istediğini de biliyordu: Alman halkının birleşmesi, güçlü bir ordu, devlete mutlak adanmışlık ve güçlü bir imparatorluk… Almanya’nın güçlenmesi için halkın büyük bir lider araması ve onda kendi iradesinin yüce ifadesini görmesi gerektiğini söylüyordu. Bu lider kendisiydi ve onu oraya getiren de ilahi bir güçtü. Hitler’in halkla ilişkisini neredeyse mistik bir ilişki olarak değerlendirebiliriz; çünkü halk onda iradelerinin somutlaşmış halini görüyor, ona en büyük hayallerinin temsilcisi gözüyle bakıyordu. Halka göre Hitler her zaman doğrunun ne olduğunu biliyor ve bunu mutlaka özgüvenle söylüyordu.

Aslında Aryan idealini canla başla savunan adamın kendisi kısa boylu, esmer, çirkin komik bıyıklı biriydi. En sevdiği şey sofraya dalkavuklarıyla birlikte oturup hamur tatlıları yemek ve köpeklerin sadakatinden söz etmekti. Arada sırada da operetlerin filmlerini seyreder ve yanındakilere savaş deneyimlerini anlatırdı. Özel hayatında şaşılacak kadar duygusaldı ve sık sık ağlardı. Ama gerektiğinde Freud’un tarif ettiği rolü, her zaman doğruyu bilen ve kararlarında en küçük bir şüpheye düşmeyen adam rolünü son derece iyi oynayabiliyordu. Bazı kaynaklar Hitler’in Freud okuduğu ve davranışlarını buna göre ayarladığını yazar. Özellikle gençler ve kadınlar ondan çok etkileniyor, onu dinlerken dünyaya yeni bir peygamberin geldiği hissine kapılıyorlardı. Özellikle kadınlar onu yakından görebilmek ve ona dokunabilmek için birbiriyle yarışıyorlardı. Hatta bir keresinde kadının biri ölümü göze alıp kendisini Führer’in kucağına atmış, onu yanaklarından öpmeyi başarabilmişti; ama Hitler bu durumdan hiç hoşlanmayıp oteline gidene kadar sürekli eliyle yanağını silmişti.

Freud da ilginç bir adammış. Yiyip içmeyi pek sevmezmiş. Eşi Martha ona altı çocuk doğurmuş. Sanki kocası rahatça çalışabilsin diye yaşıyormuş; ama onun ne iş yaptığı ile ilgili en ufak bir fikri yokmuş. Freud, her şeye rağmen Viyana’dan ayrılmak istememiş, Viyana’dan ayrılmayı kaptanın gemisini terk etmesine benzetiyormuş.

Freud, zihninde koca bir dünya kurmuş; o dünyanın tek tek kurallarını belirlemiş ve bütün insanların hiç fark etmeden bu görünmez kurallar içinde hareket ettiğini bizlere anlatmış.

Freud’la Hitler’in bekli de en önemli benzerliği ikisinin de köpeklere olan derin ilgisi ve sevgisidir. Her ikisi de köpek besleyip köpekleri çok sevip ve çevrelerine sık sık köpeklerini anlatmış. Hitler, Tanrı’nın kendisini Almanya’nın yeniden doğuşuna önderlik etsin diye seçtiğini söyleyerek övünürken Freud, korkunç olayların olacağını önceden tahmin etmekten karanlık ve sessiz bir haz almış:”Faşizm, kendinden ve tüm yaptıklarından tamamen emin gibi görünen buyurgan ve karizmatik bir liderin cazibesiyle başlar. Hitler özel hayatında ne kadar eksantrik, değişken ve tuhaf görünse de kalabalıkların karşısında rolünü mükemmel oynuyor; nihayet bütün enerjileri tek bir yöne akan gerçek bir erkek, gerçek bir güç çıkmıştı ortaya.” demiştir. Ancak Freud için asıl mesele mutlak liderin tam olarak neden insanlar için bu kadar önemli ve gerekli olduğu sorusuydu. Neden Hitler gibi bir figüre öylesine saygı gösterilmişti.

Hitler neredeyse kendini İsa’ya benzetmeye başlamıştı. Hatta Viyana’da gözleri yaşlı büyük bir sessizlik ve huşu içinde onu dinleyen kalabalığa Hitler şöyle sesleniyordu: “İnanıyorum ki bir çocuğu buradan Reich’a göndermek, onu yetiştirip vatanını Reich’a katsın diye o ulusun lideri yapmak Tanrı’nın isteğiydi. Aksi takdirde insanın Tanrı’nın varlığından şüphe duyması gerek.” Bunları söylerken ağlamaklı olan Hitler kalabalığa haykırarak sözlerini şöyle bitiriyordu: “Almanya’nın en çok aşağılandığı dönemde bile ona inandım.”

Freud kalabalıkların Hitler gibi bir liderle kurdukları ilişkiyi erotik bir ilişki olarak algılıyordu. Hitler de zaten konuşmalarında Alman kitleleriyle seviştiğini söylerdi. Lider, Freud’un tabiriyle kitleleri hipnotize eder ve insanlar neyin doğru, neyin yanlış olduğunu, böyle bir liderden kolayca öğrenir. Kafası karışmaz, bunun için uzun uzun düşünmesi, iç sesini arayıp bulması gerekmez. Böylece kişi iç dünyasında kendini son derece rahat ve huzurlu hisseder; çünkü inandığı lider ona yapması gereken doğruları söylemiş, o da yapmıştır. Sorumluluk kendisine ait değildir. Böylece o kalabalıkta yer alan herkes, kendini önemli olayların altına imza atan biri gibi hisseder. Bu da güç demektir ve insanın bu konudaki arzuları tatmin edilmiş olur.

Bu ilişkinin bir başka özelliği de, insanlar arasındaki farklılıkları ortadan kaldırıyor olmasıdır. Lider, bu yolla kalabalıklarda, tam bir eşitlik sağlar. O devrin Avusturya’sına geri dönecek olursak, Hitler’in önderliğinde insanlar, hep birlikte Yahudileri suçluyor ve yine hep birlikte büyük bir imparatorluk hayali kuruyorlardı. Düşünsenize, böylece insanların hayallerini birleştiriyordu Hitler!

Hitler,”Kitleler, ricacılardan çok komutanları severler. Büyük kitleler, demokratik rejimlerden çok totaliter rejimleri, kendilerini idare edecek bir kralı, bir imparatoru tercih etme eğilimi gösterirler.” diyordu. Hitler gibi Freud da bunun doğru olduğunu destekler nitelikte makaleler yazmıştır.

Freud çene kanserinin oluşmasına neden olan puroyu bir türlü bırakmazken, puronun muhtemelen en yaygın ve eskilerde kalan bir bağımlılığın, yani mastürbasyonun yerine geçtiğini itiraf etmekten de geri durmuyordu. 82.doğum gününde Freud’a Nobel ödülü verileceği söylentisi çıktı. Bundan hoşlanmadı Freud. Çünkü o asi ruhlu biriydi ve asilere büyük ödül verilmezdi. Artık Avusturya’dan ayrılma kararı kafasında belirmişti; çünkü pek çok kere yazdığı gibi “özgür ölmek” istiyordu. Zaten her şeyine el konmuş, bir tek canı kalmıştı. Onu da dünyanın tepkisini çekmemek için şimdilik bağışlıyorlardı. 4 Haziran günü Freud eşi Martha, kızı Anna, doktoru ve sevgili köpeğini de yanına alarak, başta Amerikalılar olmak üzere pek çok dostunun da yardımıyla Doğu Ekspresi’ne bindi. 6 Haziran Pazartesi günü Londra’daki Victoria İstasyonu’nda indi.

O sıralar yazdığı en kışkırtıcı eser olan ‘Musa’ adlı kitap üzerinde çalışıyordu. Bu kitap, İngiltere’de bile kabullenilme ve sevilme haline büyük olasılıkla son verecekti. Hayatı boyunca kabullenilme hissini bir kez,1909’da Amerika’ya geldiğinde, yaşamıştı. Musa aslında Yahudilik karşıtı bir kitaptı ve kitapta Musa’nın Yahudi kimliğini sorguluyor ve onun Yahudi değil aslında Mısırlı olduğunu savunuyordu. Hatta daha ileri gidip tek tanrıcılığın Yahudilere Musa tarafından getirilen bir Mısır icadı olduğunu ve Yahudilerin sonunda Musa’yı bu çabası yüzünden öldürdüğünü iddia ediyordu. Yani seçilmiş halk, en büyük peygamberini katletmişti. Bu kitabı yayınlatmış. Ve beklediği gibi çok şiddetli tepkiler almış; ama kitap bütün dünyada çok satmıştı.

1 Eylül’de Freud çalışma odasında yatıp çenesindeki ağrıyı dindirmeye çalışırken Nazi askerleri Polonya’ya girdiler. Polonya kanının son damlasına kadar dirense de ülke kısa sürede Almanların eline geçti. Hitler askere yakın olabilmek için ön saflarda yer alırdı. Kısa süre sonra Hitler’in aklına yeryüzündeki bütün Polonyalıları öldürmek gelecekti. Ama iki gün sonra hem Fransa hem de İngiltere Almanya’ ya savaş ilan ettiler. Ölüm döşeğindeki Freud bu haberi duyunca “Savaşlar, hep devam edecek ama bu benim için sonuncusu,” demiştir. Çünkü Freud’a göre savaşlar hep olacaktır. Freudçu bakış açısına göre insanlık tarihinde kültürün yıkıcı dürtüyü bastırdığı savaşsız dönemlerle, dürtünün cinayet, tecavüz ve fetih şeklinde dışa yöneldiği dönemler hep birbirini izler.

Freud artık çalışamaz hale gelmiş, çenesinde kansere bağlı kocaman bir delik açılmış ve ıstırabı giderek artmıştı. Freud zaten yıllar önce doktoru Schur’la ölümü konusunda anlaşmıştı. Zamanı geldiğinde bu dünyadan ayrılmasına doktorunun izin vermesini hatta yardımcı olmasını istiyordu. O gün Schur’a “Yaşam artık işkence haline geldi ve anlamsızlaştı,” dedi. Doktor onun ne demek istediğini anladı. Önce kızı Anna’yla konuştu ve ondan izin aldı. Sonra da yıllardır acılarını paylaştığı ve hep çok saygı duyduğu hastasına üst üste fazla miktarda morfin enjekte etti. Ve 23 Eylül 1939’da bütün gazeteler Freud’un kanserden öldüğünü yazdı. Zaten ateist olan Freud ölürken de Tanrı’ya hiç seslenmedi, bağışlanmayı dilemedi ve inançsızlığından hiç vazgeçmedi. Sonsuza kadar kendine sadık kaldı.

Savaşın sonunda bir sığınakta intihar ettiği söylenen Hitler’in yanında sevgilisi Eva ve Budist rahiplerin cesetlerinin bulunması ise bir muamma olarak kaldı.

Işık ve sevgiyle kalın!