Hayat, HAYY sıfatının tezahürüdür. Hayat dediğimiz bu alem HAYY sıfatının açığa çıkmasıdır. Hayat, canlılık;canlılık ise hareketlilik demektir.Konuya bu açıdan bakıldığı takdirde evrende,maddi veya manevi,canlı olmayan hiçbir şey yoktur.Klasik öğretide cansız olduğu söylenen bir taş parçasını ele alıp,bunun atomlardan oluştuğunu ve atomun ,bir çekirdekle onun etrafında dönen elektronlardan teşekkül ettiğini düşünürsek,onda da hayatın varlığını kabul etmemiz gerekmez mi?

Hayat, bir dalgalanmadan; dönerek devam eden bir dalgalanmadan ibarettir. Bu dönüş insanda, ruh ile beden arasında olmaktadır. Her şey letafetten kesafete gelmiş olduğu için, sonunda yine letafete dönecektir.

Hayatın kaynağı Allah’tır. Hayat sıfat olduğu halde, biz o sıfatı dahi göremezken, onun kaynağını görüp bulmamız mümkün olmayacağı için “Allah kulları için görünmezdir” ayeti gelmiştir. Ama bu, O’nun kullarından ayrı olduğu anlamına gelmez.

Hayatın ne olduğunu anlayabilmek için onun, kainata nasıl yansıdığını bilmek gerekir. Bunu en güzel anlatan, İslam tasavvufundaki fena mertebelerinin idrak edilmesidir. Hayat bir noktadan (cem) başlayıp evrene yayılır (hazret-ül cem) ve tekrar bir noktada toplanır (cem-ül cem).Bu iki noktanın arası birleştirilecek olursa, bir doğru meydana gelir. Bu doğru, zaman dediğimiz sonsuzluğa uzanır.Hayat,bu doğru üzerinde genişleyip daralan dalgalanmaların meydana getirdiği bir zincirdir.Her fert bu zincirin bir halkasını oluşturur.Halkaların her biri farklı alaşımlardan meydana gelmiş olduğu için,görünümleri de farklıdır.Kimi koyu renkli,kimi küflü veya paslı,kimi parlaktır.Aralarında  saf altın ve gümüşten olanları da vardır.Saf altın olanlar peygamber soyundan gelenler,gümüş ve parlak halkalar da alimlerdir.Her devirde,mutlaka bu parlak ve saf halkalardan bir veya birkaç tane bulunur.

Bu zincirdeki halka çaplarının farklılığı hayatın uzunluğunu ve kısalığını yahut titreşimin dalga boyunu meydana getirir ki buna ömür denir. Dalga boyu uzun olanların ömrü uzun, kısa olanların ömrü kısadır. Uzunluk ve kısalık canlı türlerine göre değiştiği gibi, aynı türdeki canlılarda da, genlerle nakledilen bireysel farklılıklar gösterir.

İşte bu noktada gelip gitme meselesi ortaya çıkar. Gelen de, giden de Hakk’tır; ama her gelişte bir esma, yahut daha basit bir tabiriyle, bir elbise değiştirdiği ve biz sadece elbiseyi görebileceğimiz için, gelip gidenlerin farklı olduğunu düşünürüz. Bu noktada Bektaşiler “Herkes yaşamı boyunca hangi hayvani hislerle yaşadıysa, bir sonraki gelişinde o hayvan suretinde gelecek ve insan oluncaya kadar gelip gitmeye devam edecektir” derler.

Tevhit felsefesi ise biraz daha farklı bir şekilde, manen gerçekleşeceğini düşünür. Çünkü insan, son derece temiz ve saf olarak yaratıldığı halde,bu aleme gelinceye kadar geçirdiği değişimler esnasında,tabiattan aldıklarıyla kirlenmiştir.Kirliliğinin farkına varamaz ise,yaşamı süresince de kirlenmeye devam eder.Hayatı boyunca kendi çalışmalarıyla diktiği ahiret  elbisesiyle öbür aleme giden insan,orada,cehennemde yanarak arınıp,kirden meydana gelen bu elbiseden kurtulur.Arınma tamamlanıp,kendindeki cemal-i ilahi ortaya çıktığında da huzura kabul edilir ve o zaman,O,Kendi’ni Kendi’nde görür,yani insan O’na ayna olur.

Yukarıda bahsettiğimiz genişleme ve daralmalar, devamlı olarak birbirini takip ettiği için hayat devamlıdır ve bu yönüyle “hayat-ı cavidan” diye isimlendirilir. Bizim onu kesintili olarak görmemiz, yani onu kendisinde hayat olan olarak algılamamız,ondaki genişleyip daralmaları idrak edemeyişimizden dolayıdır.Çünkü,biz onun sadece tek halkasını oluşturuyor ve oluşturduğumuz halkayı da ancak genişlediği zaman görüp fark edebiliyoruz.Bu noktada idrak edemediğimiz ikinci bir husus da daralıp genişlemelerde değer açısından bir fark olmadığıdır.Bu durum,yıldızlarda daralıp genişleme sonucu ağırlık değişimi olmadığının tespit edilmesiyle ispatlanmıştır.

Hayatın bir daralıp bir genişlemesi, insanın bedensel ve ruhsal yaşamında geçerli olduğu gibi, evrendeki küresel oluşumlar için de geçerlidir. Çünkü, evrende de devamlı olarak,bir taraftan kara delikler vasıtasıyla eski yıldızlar ortadan kaldırılırken,diğer taraftan ak delikler vasıtasıyla yenileri meydana getirilmektedir.Tıpkı insanda olduğu gibi…

Bedensel hayatiyet dünyaya su ile verildiği için su,”rahmet” diye anılır. Rahmet, her yerde ve her zerrede olduğu için susuz yer yoktur. Çöllerde suyun bulunmaması, orada su olmadığından değil, çok derinde olmasındandır. Gün gelip, o derindeki su çıkartıldığında, çöller de cennet olacaktır. Günümüzde buna benzer durum derin su pompaları ile Libya’ da gerçekleştirilmiştir.

Hayatın suya benzetilişi, akıcılığından dolayıdır. Ancak, bunun fazlasının sel, daha fazlasının seylap, çok daha fazlasının da tufan olduğunu, onun için her şey gibi bunun da kararında kalmasının faydalı olduğunu unutmamak gerekir.

Bedensel hayatiyetin bitkilerde görünüşüne “namiye” hayvanlardaki şekline “hassase” insanlardaki oluşumuna da “müdrike” denir. Bunun nedeni, insanda, diğerlerine ilaveten, akıl nurunun da bulunması ve onun bu nur ile Allah’ını bulabilmesidir. Allah’ın bilinmesi için gerekli sıfatların başında hayat gelir; çünkü yaşamayanın bir şey bilmesi mümkün değildir.

Her zerrede mevcut olan hayat, sadece dünyaya has bir olgu değildir. Evrendeki her oluşumda mevcuttur; ama bu mevcudiyeti kendine mahsustur ve mutlaka bizim beklediğimiz gibi bedensel olması gerekmediği için, ruhsal yani manevi bir hayat şeklinde de olabilir. Örneğin, ayda veya diğer gezegenlerde de hayat vardır, hatta belki o hayata göre yaratıklar da vardır, ama bu, biz dünyalılara göre bir hayat değildir. Bir dünyalının oralarda yaşayabilmesi için kendi vasıtasını oraya taşıması gerekir. Aya ve Mars’a gidenlerin, dünyadaki yaşam şartlarını oraya taşımaları bu nedenledir.

Bizim canlı diye kabul ettiğimiz bedensel yaratıklar, bedenlerini bu dünyada almış oldukları için, bedensel yaşamlarını ancak bu dünya vasatında sürdürebilir, diğer ortamlardaki yaşamdan istifade edemezler. Bir canlının belirli bir ortamda hayatiyetini devam ettirebilmesine, tasavvufta “Hakk’ı tesbih etmek” veya “Hakk deryasında yüzmek” denir. Balıklar pirimitif canlılar oldukları için, havaya nazaran daha kesif bir ortam olan suda yüzmektedirler. Bizse, insan olarak, daha latif bir ortam olan ve eskilerin “rahmet deryası” adını taktıkları havada yüzüyoruz.

Dünyadaki diğer canlılar için de farklı vasatlar olduğunu görüyoruz. Mesela, köstebeğin toprak altında, yarasanın karanlıkta yaşaması… Bunlar yaşam ortamlarından çıkartıldıklarında, ancak yaşadıkları ortamla birlikte başka bir yere nakledildikleri takdirde yaşamlarını devam ettirebilmekte, aksi halde hayatları sona ermektedir. Balığı karada, insanı havasız bir ortamda yaşatmak bugün için mümkün değildir. Balığı karada yaşatabilmek için ona bir akvaryum yaparak yaşam ortamını karada oluşturmak, insanı suda yaşatabilmek için de, onun oksijen ihtiyacını karşılayacak tedbiri almak gerekir.

Bütün bu anlatımımıza rağmen, zati yönden pire ve fildeki varlığı birbirinden ayrı olmayan hayat, yine bir sır olarak karşımızda durmaktadır. Nasıl bir aynanın sırı yok olduğunda ayna göstermez olursa, hayat sırrı çekildiğinde de görüntü kayboluverir. Onun için insanlar ellerindeki imkanlarla bu sırrı çözmeye çalışmakta ve bu amaçla bir taraftan, eskiden parçalanmaz olarak kabul edilen atomu parçalayıp, mikro kozmostaki hayatın sırrını öğrenmeye çalışırken, diğer taraftan uzay seferleri düzenleyerek, makro kozmostaki hayatın sırlarını keşfetmeye gayret etmektedirler.

Bugünkü olanaklarıyla Cern’de atomun parçacıklarını parçalayan insan, yarın parçaladığı parçacıkların parçacıklarını da parçalayan teknolojiyi yaratmaya yani sonsuza ulaşmaya çalışacaktır.

Atomun parçalanması bir nevi kesafetten letafete geçiştir. Her letafet bir üst aleme göre kesafet sayılır.

İnsanda Hayat

İnsan denen canlı, güneşin bir ışık huzmesinden ibaret gibidir. Bu huzmenin beden kalıbına girmesine “doğum”,bedenden çıkıp aslına dönmesine ise “ölüm” denmektedir. Burada girip çıkan veya gelip giden Hakk’tır; ama her gelişinde farklı bir esma ile gelmektedir. Bunu “Her gelişte farklı bir elbise ile geliyor” diyerek anlatmak da mümkündür. Parmak izlerinin farklılığı bize bunu gösterir.

Aynı durum, gerçekte manevi bir varlık olan andaki insan, yani insan-ı kamil için de geçerlidir. Bu insan, ruh olarak daraldığında insan bedeninde toplanmakta, genişlediğinde ise evrene yayılmaktadır. Toplanışına “Hakk’ın varlığı”, dağılışına yani gözden kayboluşuna da “Hakk’a rücu” denmektedir. Biz de Hakk’ın varlığı olan beden elbisesine bürünüp, insan suretinde dünyaya geldik, bir süre burada göründükten sonra kainat elbisesini giyerek O’na rücu edeceğiz.

Evrendeki her şey büyükten küçüğe, küçükten büyüğe gidip gelmektedir. Burada cüz diye nitelendirilen öyle bir cüzdür ki milyarlardan oluşur ve tümü birleştiğinde küll’ü meydana getirir. Tıpkı bizim milyarlarca aynı genetik yapıya sahip hücreden meydana gelmiş olmamız gibi... Bunlardan biri noksan olsa sağlık bozulur ve tıpkı eksik parçayla çalışan motordaki gibi randıman düşer. Küll’deki arıza cüzlerle tamir olur. Her tamir olan ömürde yaşar durumda olur. Bu gerçeği idrak edemeyenler, toplanıp dağılma olayını, doğmak ve ölmek diye nitelendirerek, bütün olan hayatı dünya ve ahret hayatı diye ikiye ayırırlar. Tıpkı dönen bir küreden ibaret olan dünyanın her dönüşünü, gece ve gündüz olarak ikiye ayırdıkları gibi…

Her canlı, birlik notanın bölümleri gibidir ve herkes bu notanın “sonsuz “ durumdaki bir cüzüdür; ama bu cüz yukarıda bahsettiğimiz gibi, yine milyarlarca hücreden, yani milyarlarca” sonsuz” fertten meydana gelmiş bir cüz olduğu için dev bir piyano olarak da düşünülebilir; her hücresi ayrı frekans ve dalga boyunda titreşim yapan bir alet olarak da… Nasıl düşünülürse düşünülsün, bu alet, ömür dediğimiz, görünüp kaybolma noktaları arasını birleştiren ve “Sırat köprüsü” adı verilen hat üzerinde, tali titreşimlere itibar etmeksizin, bir uçtan diğer uca kadar ilerleyebilirse, istikametini bozmadan doğru yolu bulmuş olur. Bu hat yani diğer adıyla “sırat-ı müstakim” üzerinde yürümeye de “hayat namazını doğru kılmak” denir.”Bizi doğru yolundan ayırma!” ayetinin her namazda mutlaka okunmasının ve bu okunmadığı takdirde namazın makbul olmamasının nedeni budur.

İstikametin bozulmama gerektiğini bildiren ikinci ayet “Emrolunduğun gibi istikamet üzere dur” ayetidir.

Hakk’tan gelip Hakk’a gidişi Allah bize “Can boğaza gelip dayandığında, siz bakar durursunuz ve biz ona sizden daha yakın olduğumuz halde siz göremezsiniz” ayetiyle,”Onlar öldüğünü zannederler; ama aslında ben elbise değiştirmekteyim, haberleri yoktur” diyerek anlatmaktadır. Çünkü, bizim ölüm dediğimiz şey, Hakk için bir elbise yahut ev değiştirmekten ve küçük evden çıkıp, büyük eve geçmekten ibarettir.

O halde gerçek, insan ölümsüzdür ve onun için ölüm diye bir şey yoktur.”İman edenler ölmezler, dünyadan ahrete intikal ederler” hadis-i şerifi bu gerçeğe işaret etmektedir. Ehl-i tevhit için ölüm, iç alemdeki ilahi tecellinin kesilmesidir. O zaman insana bal bile acı gelmeye başlar. Allah korusun!

Hayatın gerçeğini bilenler ölümü kabul etmeyip onu küçük alemden büyük aleme geçiş olarak gördükleri içindir ki Hayber Kalesi’nin kapısını tek kolu ile söküp koparacak kadar güçlü olan Hazret-i Şah-ı Velayet, evvelde“ Benim ölümüm senin elinden olacaktır.’’ dediği kölesinin kendisini öldürmesini engellememiştir. Bu güce sahip olan bir kişi, isteseydi kölesine mani olamaz mıydı? Mutlaka olurdu. Olmayış nedeni, hayatın devamlılığını ve bu devamlılığın görünüp-kaybolma, olumluluk-olumsuzluk, gece-gündüz, dünya-ahiret veya saadet-felaket şeklinde seyrettiğini bilmesiydi.

İnsan hayatına, bedensel açıdan bu bilinçle baktığımızda insanın, bir zigottan yani döllenmiş bir hücreden meydana geldiğini, gelişip erişkin bir bedene ulaştıktan sonra, tekrar bir hücre haline dönüştüğünü düşünmemiz gerekir. Hücre olarak başlangıç, daralma; erişkin fert olarak görülme, genişleme; tekrar hücre haline intikal ise yeniden daralmadır ve insan hayatı bu şekilde devam edip gitmektedir. Bu geliş gidişlerde hücre ile erişkin insan arasında, cesamet dışında hiçbir fark yoktur. Çünkü insanda bulunan her vasıf, ancak mikroskopla görülebilen o hücrede de, aynen vardır.

Hayatın ne olduğunu bilmeyen ve insan hayatının sadece bedensel bir bütünlükten ibaret olduğunu zannedenlerin; insanı ölümlü bir varlık olarak kabul etmesi, andan ibaret olan ömürde bir gecikme olmayacağını düşünemeyerek “Ömrü uzun olsun” yahut “Allah geçinden versin” gibi sözler sarf etmesi ve bütünü dünya ve ahret hayatı diye ikiye ayırması normaldir. Böylelerinin ölüm dediği hadise, insanın evrendn aldıklarını tekrar evrene iade etmesidir. İnsan esas itibariyle ahrete ait bir varlık olduğu ve bu aleme bir esma tahtında, belirli bir görevi yapmak amacıyla gelmiş olduğu için, onun tekrar geldiği yere dönüşü ölüm olarak düşünülemez. Çünkü Allah, insanın canını “Ona kendi ruhundan üfledi” ayeti ile vermiştir. Böyle olduğu için, ölünün de canı sağdır. Eğer böyle olmasaydı, bu dünyanın hesabı nasıl verilebilirdi? Burada ömrün uzaması veya kısalması denen olay, mevsim değişikliklerine bağlı olarak gecenin gündüzden veya gündüzün geceden ödünç almasına benzer.

Halk arasında ömür olarak kabul edilen süre, insan vücudundaki her hücre için farklıdır. İnsan yaşamı boyunca her nefes alıp verdiğinde dirilip ölmekte, her an hücrelerinin bir kısmı ölürken, onların yerine yenileri meydana gelmekte ama kendisi, bu şekilde devamlı bir yenileme içinde olduğunun farkına bile varamamaktadır. Yemek yiyip bir süre sonra tekrar acıkmamız, ikide birde gözlerimizi kırpıp durmamız, nefes alıp vermemiz, bu devamlı ölüp dirilmenin göstergeleri değil de nedir.

İnsanların, bazı sözleri hiç düşünmeden tekrarladıklarını biliyoruz. Bunlardan biri de “Haydan gelen huya gider” atasözüdür. Bu sözün insan yaşamındaki en anlamlı örneği, insanın nefes alıp vermesidir. Nefesle havadan alınan oksijen hayat verirken, nefes vermekle de vücuttaki karbondioksit evrene iade edilir. Soluk alır verirken çıkarılan sesler dikkatle dinlenecek olursa, bunların Hay ve Hu’dan ibaret olduğu fark edilir ki, bu da insanın, her nefes alışta içine çektiği hava ile Hayy esmasıyla hayat bulup, her nefes verişte bunu Hu’ya vermesi demektir.

Aynı durum, yani devamlı yenilenme olayı, evrende de cereyan etmekte ve “devran” diye adlandırılmaktadır. Bu noktada bilmemiz gereken; hepimizin defalarca bu aleme gidip gelmiş olduğumuz ve bu gidip gelişlerin Allah, tam olarak kendini izhar edinceye kadar devam edecek oluşudur.

Bencileyin; kalmak, kök salmak için değil; uğrayıp geçmek için ayak bastığımız bir gölge saldığımız şu dünyada kaldığımız sürede huzur, sükun, barış  içinde ve kardeşlik duygusuyla Dünya’mızın ekolojik dengesini bozmadan güzelleştirmeye çalışarak yaşamak, bize verilen bütün emanetlere sahip çıkmak; doğru,adil ve güzel insan olmaktan başka yapacak işimiz de yok!

 

Işık ve sevgiyle kalın!