Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki bir dönemde yolculuğu çok seven Alman genç bir adam elinde yalnızca çantasıyla, tek başına, kafasına estiği bir şekilde seyahat ediyordu. Hedeflediği özel bir yer yoktu. Trenle seyahat ediyor, ilgisini çeken bir yer olduğunda orada iniyordu. Konaklayacak yer buluyor, şehri geziyor, istediği kadar kalıyor; canı sıkılınca yine trene biniyordu. Adamın tatilini geçirme tarzı buydu. Yine günlerden bir gün yolculuğu sırasında trenin penceresinden dışarıyı izlerken güzel bir ırmak, dikkatini çekti. Kıvrıla kıvrıla akan ırmak boyunca yeşil tepeler sıralanmıştı, eteklerinde küçük, sakin bir yere benzeyen bir şehir vardı. Eski taş köprüsü hala ayaktaydı. O manzara adamın ilgisini çekmişti. Orada lezzetli alabalık yiyebilirdi belki. Tren istasyonda durunca genç adam çantasını alıp indi. Orada inen başka yolcu yoktu. O inince tren yeniden hareket etti. İstasyonda görevli yoktu. Pek kullanılmayan bir istasyondu herhalde. Genç adam, taş köprüden geçerek şehre kadar yürüdü. Şehir sessizdi. Hiçbir yerde insan görünmüyordu. Tüm dükkanların kepenkleri kapalıydı, resmi dairelerde de insan yoktu. Şehirdeki tek otelin resepsiyonunda da kimsecikler yoktu. Zili çaldığı halde, kimse çıkıp gelmemişti. Tamamen ıssız bir şehir gibi görünüyordu. Belki de herkes bir yerlerde öğle uykusuna yatmış olabilirdi. Fakat henüz sabahın 10’uydu. Öğle uykusuna yatmak için vakit erkendi. Her durumda ertesi sabaha kadar başka tren gelmeyecekti ve orada gecelemekten başka çaresi de yoktu. Genç adam amaçsızca yürüyerek zaman öldürdü.

Fakat gerçekte orası kedilerin şehriydi. Günbatımı yaklaşınca taş köprüden geçen çok sayıdaki kedi şehre doluştu. Farklı renklerde, farklı türden kedilerdi. Normal kedilerden oldukça büyüklerdi; ama yine de kediydiler. Genç adam bu manzarayı görünce şaşırıp, telaşla şehrin tam ortasındaki çan kulesine çıkarak saklandı. Kediler alışkın hareketlerle dükkanların kepenkleri açtılar, hatta resmi dairelerin masalarına oturup her biri kendi işlerini yapmaya başladı. Bir süre sonra daha fazla sayıda kedi aynı şekilde köprüden geçerek şehre geldi. Kediler mağazalara girerek alışveriş yapıyor, resmi dairelere giderek işlerini hallediyor, oteldeki restoranda yemek yiyorlardı. Meyhanelerde içki içiyor, neşeli kedi şarkıları söylüyorlardı. Kediler gece görüşüne sahip olduklarından ışığa hiç ihtiyaçları yoktu, ama o gece dolunay şehrin her tarafını aydınlattığından genç adam çan kulesinin tepesinden o manzaranın bir kısmını net bir şekilde görebiliyordu. Gün ağarmasına yakın, kediler dükkanları kapatıp, her biri işlerini bitirip, usulca köprüden geçerek geldikleri yere döndüler. Günün ağarmasıyla birlikte kediler ortadan kaybolup da şehir yine ıssızlaşınca, genç adam aşağıya indi, oteldeki bir yatağa girip uykuya daldı. Karnı acıkınca otelin mutfağında kalan ekmekleri ve balığı yedi. Sonra ortalık kararmaya başlayınca tekrar çan kulesine çıkarak gizlendi, gün ağarana kadar kedilerin hareketlerini gözlemledi. Tren öğleden önce ve akşamüzeri gelip kısa bir süre istasyonda duruyordu. Öğleden önceki trene binecek olursa daha ileriye gidebilir, öğleden sonraki trene binecek olursa geldiği yere dönebilirdi. Şehrin istasyonunda bir kişi bile inmiyor, trene binen de olmuyordu. Fakat yine de tren düzenli bir şekilde istasyonda duruyor, bir dakika sonra hareket ediyordu. Bu yüzden isterse trene binip, bu tuhaf kediler şehrini ardında bırakabilirdi. Fakat genç adam öyle yapmadı. Serde gençlik vardı ayrıca da meraklıydı. İhtiraslı ve maceraperest bir yanı da vardı. O tuhaf kedi şehrini biraz daha görmek istiyordu. Ne zaman ve ne şekilde orası kedilerin şehri haline gelmişti acaba? Şehrin nasıl bir örgütlenmesi vardı? Kediler orada ne yapıyorlardı? Mümkünse öğrenmek istiyordu. Böylesine garip bir yeri kendisinden başka görme şansı olan kimse yoktu herhalde.

Üçüncü günün akşamı çan kulesinin altındaki meydanda bir patırtı koptu. “Sanki insan kokusu geliyor gibi!” dedi kedilerden biri. “Haklı olabilirsin. Şu birkaç gündür tuhaf bir koku alıyorum sanki.” dedi bir başkası burnunu oynatarak. “Aslında benim içimde de öyle bir his var!” diye onlara katılan da oldu. “Fakat çok tuhaf, buraya hiç insan gelmez! “ dedi bir başkası. “Evet, elbette. İnsanların bu kedi şehrine girmelerine imkan yok! Fakat insan kokusunun geldiği de kesin.”

Kediler birkaç gruba ayrılarak, sivil savunma birlikleri gibi şehri köşe bucak aramaya başladılar. İşi ciddiye aldıklarında kedilerin burnu hassaslaşıyordu. Kokunun geldiği noktanın çan kulesi olduğunu bulmaları çok zaman almadı. Yumuşak patileriyle çan kulesinin merdivenlerini pıtır pıtır tırmandıklarını duyabiliyordu genç adam. Hapı yuttum, diye düşündü. Kediler insan kokusuyla feci halde heyecanlanmış, öfkelenmiş gibiydiler. Uzun sivri tırnakları ve keskin beyaz dişleri vardı. Dahası bu şehir insanların ayak basmaması gereken bir yerdi. Yakalandığında başına neler gelebileceğini bilmiyordu; ama onların sırrını öğrendiği için şehirden çıkabileceğini de sanmıyordu. Üç kedi çan odasına kadar tırmanıp etrafı kokladılar. “Tuhaf!” dedi birisi uzun bıyıklarını titreterek. “Koku var, ama insan yok.” “Gerçekten tuhaf” dedi bir diğeri. “Nihayetinde burada kimse yok. Başka yerlere bakalım.” Sonra kediler başlarını eğerek çekip gittiler. Merdivenlerden inerken duyulan ayak sesleri gecenin karanlığında kayboldu. Genç adam rahat bir nefes almıştı; ama o da bir anlam verememişti. Ne de olsa kedilerle dar bir mekanda burun burunaydı. Gözden kaçırmalarına imkan yoktu. Buna rağmen kediler nedense onu görememişlerdi. Genç adam elini gözünün önüne tuttu. Elini görebiliyordu. Şeffaflaşmış falan değildi. Tuhaftı. Yine de sabah olduğunda istasyona gidip öğleden önceki trenle şehirden ayrılmaya karar verdi. Orada kalması artık tehlikeli olacaktı. Şansının daha ne kadar yaver gideceğini bilemiyordu. Fakat ertesi gün öğleden önceki tren istasyonda durmadı. Adamın gözlerinin önünde hız kesmeden geçip gitti. Öğleden sonraki tren de durmadı. Genç adam makinist bölmesinde makinisti görebiliyordu. Pencerelerde de yolcuların yüzleri vardı. Fakat durmaya yeltenmemişti bile. İnsanlar treni bekleyen genç adamı görmüyor gibiydi, belki de istasyonu bile görmüyorlardı. Öğleden sonraki trenin ardından bakıp gözden kaybolmasını izlerken, etraf o ana kadar hiç olamadığı kadar sessizliğe gömüldü. Sonra güneş batmaya başladı. Artık kedilerin ortaya çıkma zamanıydı ve genç adam burada yitip gittiğini anlamıştı. Nihayet fark etmişti. Orası kedilerin şehri değildi; orası, onun yitip gitmesi gereken yerdi. O yer, genç adam için hazırlanmış, bu dünyaya ait olmayan bir yerdi. Dahası tren, onu ait olduğu dünyaya götürmek için o istasyonda bir daha asla durmayacaktı. Telefon yoktu, posta yoktu. Gündüz, mutlak bir yalnızlık vardı, gecenin karanlığıyla birlikte gelen kediler inatla aramalarını sürdürüyorlardı. Bu, sonu gelmeden tekrarlanıyordu.

Bizler daha önce böyle bir toplumsal travmadan Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından çıkarılmıştık. Ya şimdi!...

Amacım sizleri korkutmak değil düşündürmek. Tabii ki damarlarımızdaki asil kanın harekete geçeceğini bilenlerdenim.

Işık ve sevgiyle kalın!