Ünlü Pers İmparatorluğu’nun son şahı Rıza Pehlevi 1941 yılında tahta geçer. Babası Şehinşah tam bir Türkiye ve Atatürk hayranıdır. Şehinşah oğlunu modern İran düşlerini gerçekleştirmesi için İsviçre’de okutur, dil öğrenmesini ve tam bir batılı gibi yetişmesini sağlar. Babasının isteği ile 1938’de Mısır Prensesi Fevziye ile evlenen Şah Muhammet Rıza, on yıl sonra 1948’de bu evliliği bitirme kararı alır; çünkü Prenses Fevziye, Şah’a bir kız çocuğu verir ve doktorlar ikinci çocuk doğurmasının imkansız olduğunu bildirmiştir. Böylece Şah kendisine bir veliaht doğurması mümkün olmayan Fevziye’den ayrılır.

Şah Prenses Fevziye’den ayrılır ayrılmaz yeni prenses arayışları başlar. Süreyya’nın babası İran’ın ünlü ailelerinden birinin oğlu olup bir Alman kızına aşık olup evlenmiştir. 1932’de de yedi yıldızdan oluşan yıldız kümesi anlamına gelen tek çocukları Süreyya dünyaya gelir.

Bu yedi rakamı Süreyya’nın hayatında önemli bir rol oynayacaktır. Annesi, onu evlendikten yedi yıl sonra dünyaya getirir. Bu yüzden adını Süreyya koyarlar. Şahla olan evliliği de yedi yıl sürer.

İran’ın o zamanki koşulları son derece kötüdür. Ülkenin insanları sefalet içindedir. Açlık ve salgın hastalıklar ülkede kol gezmektedir. Bu koşullar altında kızı Süreyya’nın İran’da kalmasını istemeyen anne, eşini de ikna eder ve hep birlikte Berlin’e giderler; ancak 1937’de babasının işleri nedeniyle ülkelerine geri dönmek zorunda kalırlar. Süreyya, İsfahan’da bir Alman okulunu daha sonra bir İngiliz okulunu bitirir. 1947’de İsviçre’ye, iki yıl sonra da yine eğitim için Londra’ya gider. İşte ne olursa burada olur. Süreyya’nın orada yaşayan bir akrabası ile Şah’ın validesi iyi arkadaştır ve bu iki kadın işbirliği yaparak Süreyya’nın fotoğraflarını Şah’a yollarlar. Şah fotoğraflardan çok etkilenir ve ablasını Londra’ya göndererek Süreyya’ya evlenme teklifini iletir.

Şahın ablasıyla birlikte İran’a gelen Süreyya, hemen saraya davet edilir. Saraydaki akşam yemeğinden sonra evlenme teklifini bir kez de Şah’ın kendisi yapar. Ertesi gün Süreyya bu teklifi kabul eder.

O zaman Süreyya henüz on yedi yaşındadır. Daha sonra anılarını yazdığı bir kitapta o gece Şah’tan nasıl etkilendiğini, ilk görüşte ona nasıl aşık olduğunu ve bu kararından dolayı hiç pişmanlık duymadığını anlatacaktır.

Hemen düğün hazırlıklarına başlanır; ancak ülkenin içinde bulunduğu yoksulluk ve sefalet nedeniyle şaşaalı bir düğünden kaçınan Şah’ın isteğiyle düğün, Pehlevi sülalesinin pek alışkın olmadığı bir sadelikte olur. Ancak şansızlık daha o zaman başlar ve düğünden hemen önce Süreyya tifoya yakalanır. Bu nedenle daha önce yapılması planlanan nikah, 12 Şubat 1950’de yani soğuk ve karlı bir kış gününde yapılır. Süreyya daha tam iyileşememiştir; ama ülkedeki siyasi durum nedeniyle Şah sabırsızdır. Cristian Dior’un diktiği tül üzerine gümüş işlemeli bir gelinlik giyen Süreyya, gelinliğin en az yirmi kilo ve hastalığını da tam atlatamamış olmasından düğün gecesini çok zor geçirir. Hatta bir ara bayılacak gibi olunca nedimelerden biri kimseye fark ettirmeden gelinliğin on metre uzunluğundaki kuyruğunu kesiverir. Nedime gelinliğin eteğini o kadar güzel kesmiştir ki, kimse bir şey fark etmez.

Düğünün yapıldığı Gülistan Sarayı’nın aynalı salonu o gün baştanbaşa çiçeklerle donatılmış. Tam iki yüz orkide, iki yüz dal kiraz çiçeği, bin kırmızı karanfil, bin iki yüz leylak salkımı konmuştur salona. Sarayı dolduran iki bin kişilik kalabalığın oluşturduğu tebrik koridorunda herkesi tek tek selamlayarak geçmek zorunda kalan Süreyya o gece çok yorulur.

Süreyya İran’ın en talihsiz döneminde kraliçe olur. O dönemde kimilerine göre Şah, yapması gerekenleri yapmayarak halkı bir sefaletin içine sürüklemiş, başta Amerika olmak üzere dış güçlerin ülkenin iç işlerine karışmalarına izin vermiş, ülkede insanlar yoksulluktan kırılırken kendisi her gün daha da büyüyen bir lüks ve zenginlik içinde yaşamıştır. Kendisini eleştiren aydınlar her türlü işkenceyi görmüş, ülkenin dört bir yanına korku salınmış ve sansür her geçen gün artmıştır. Kimilerine göre ise Şah son derece mazbut bir yaşantı içinde, lüksten uzak yaşamış, halkı için hep en iyisini yapmaya uğraşmıştır. Bu farklı görüşlere dair pek çok kitap yazılmış; ancak tartışmalar sonlanmamıştır.

İran tahtına ait mücevherler dünyaca ünlüdür. Süreyya özel kasalarda saklanan bu mücevherleri anılarında anlatmıştır. Aslında bu mücevherlerin hiç biri Şah’a ait değildir. Hepsi devletin malıdır. Bu mücevherler İran kağıt parasının karşılığıdır. Bunların arasında en ünlüleri: incilerle, elmaslarla süslü şahlık asası, yakutlarla, zümrütlerle işlenmiş yeniçeri palaları ve Derya-yı Nur denilen,186 kıratlık dünyaca ünlü elmastır. Bu elmas, ondan daha küçük 474 elmasın ortasına oturtulmuştur. Zamanında Nadir Şah bunu Hindistan’dan getirmiştir.

1951’de yani Süreyya evlendikten bir yıl sonra Musaddık başbakan olur, ilk işi de petrolü devletleştirmektir. Ancak bu durum hem İngiltere’yi hem de Amerika’yı rahatsız eder.

Musaddık bu arada Şah’ı devirmenin yollarını aramakta, bu konuda da halktan büyük destek almaktadır; ancak Şah’ın aleyhine gelişen bu durum, Amerikalıların müdahalesi ile aniden değişir. Süreyya’yı da alıp Roma’ya gitmek zorunda kalan Şah, bir hafta içinde Musaddık’ın devrildiği müjdesi ile geri döner. Bu da Süreyya’nın hayatındaki dönüm noktalarından biridir çünkü eğer Şah o zaman devrilseydi; Süreyya da muhtemelen hayatını eşinin yanında geçirebilecekti. Ama olmadı…

Şah ülkesine geri dönünce Süreyya’yı da yanına alarak pek çok ülkeye resmi ziyaretler yapmaya başlar. Bu ziyaretlerden biri de Menderes zamanında Türkiye’ye yapılır. Adnan Menderes ve Celal Bayar, Şah ve Şahbanu’yu İstanbul’da ağırlarlar. Bu gezide Şah Rıza Pehlevi tıpkı babası gibi Atatürk’e ve devrimlerine duyduğu hayranlığı bir kez daha dile getirir. Süreyya evlilikleri süresince İran’da reform hareketlerine öncülük etmeye çalışarak halkın sevgisini kazanır. Ancak zaman geçmekte ve tahta bir veliaht gelmemektedir. Bir süre sonra Süreyya’nın çocuk sahibi olamayacağı tıbben kesinleşir. Şah ortalık yatışana kadar Süreyya’yı yurt dışına gitmeye ikna eder. Süreyya ülkesinden ayrılırken bunun geri dönüşü olmayacağını sezinler; ama yapabileceği bir şey yoktur. Gerçi Şah daha sonra ona, yeniden evlenmesine izin verdiği takdirde ülkeye dönebileceğini, kraliçe olarak hayatına devam edebileceğini söylese de bu öneriyi Süreyya kabul etmez.

Böylece mahzun gözlü prenses yapayalnız kalır. Artık ne tahtı ne tacı ne de serveti vardır. Üstelik dünyanın bütün gazetecilerinin gözü onun üzerindedir. Gittiği her yerde etrafı gazeteciler tarafından sarılır ve hakkında sürekli asılsız dedikodular çıkar. Hatta Şah’ın Süreyya’ya bir servet bağışladığı, saraydaki bütün mücevherleri Süreyya’ya verdiği gibi bir yığın asılsız iddia ortaya atılır. Oysa ki Şah prensese mazbut bir hayat yaşamasına yetecek bir imkan sağlamıştır, hepsi bu kadar!

Genç kızlığından beri film yıldızı olma hayalleri olan prenses Süreyya 1963’te Bir Kadının Üç Yüzü adlı filmde başrol oynar. Ancak filmin tüm kopyalarını Şah’ın satın aldığı söylentisi tüm dünyaya yayılır ve film hemen gösterimden kalkar. Bu arada filmin yönetmeni Franco Indovino ile Süreyya arasında bir aşk ilişkisi başlar. Ancak çiftin mutlulukları kısa sürer. Süreyya’nın kötü kaderi burada da peşini bırakmaz ve Franco 1972’de bir uçak kazasında ölür. Prenses, bu büyük acının ardından Roma’dan ayrılır ve Paris’e yerleşir. 25 Ekim 2001’de Paris’teki apartman dairesinde ölü bulunur. Bu hüzünlü prensesin hikayesi burada biter.

Süreyya’dan ayrıldıktan sonra yeni bir evliliği Farah Diba ile yapar; Diba’dan erkek ve kız çocukları olur; ama şansızlık bir kez daha Pehleviler için kapıyı çalmıştır. Ülkesinde bu kez dinciler ayaklanır, Şah yine ülke dışına kaçar; ama bir daha ülkesine dönemez. Şah ve oğulları, sır dolu ölümlerle bu dünyadan göçerler. Farah Diba’ysa kızlarıyla birlikte Amerika’da yaşam sürmektedir.

Gerçek halk Cumhuriyetleri kuramayan toplumlardan daha çok hikayeler çıkar.

Işık ve sevgiyle kalın!..