Allahın sırrına nail olanlardan olan Niyazi Mısri’nin esas adı Mehmet olup,8 Şubat 1618 yılında Malatya’nın şimdiki adı Soğanlı olan İşpozi kasabasında dünyaya gelmiştir. Babası, yöresinin önde gelenlerinden Soğancızade Ali Çelebi’dir. Niyazi ve Mısri ise mahlaslarıdır.

Zahiri ilmini Diyarbakır, Mardin, Bağdat, Kerbela ve Mısır’daki çeşitli medreselerde tamamlamıştır. Üç yıl kaldığı Mısır’da Gavsü’l Azam Abdulkadir Geylani Hazretlerini rüyasında görmüş ve “ Zahiri ilminden sonra Batıni ilim için Anadolu’da rüşte erdiricini bul” buyurulunca,1643 yılında Anadolu’ya,1646 yılında İstanbul’a sonra da Bursa’ya geçerek mürşidini aramaya başlamıştır.

Bursa’da ikamet ederken rüyasında, bir kalaycının ibriği kalaylarken önce ikiye bölüp içini sonra birleştirip dışını kalayladığını görür. Kalaycının kendisine tanıdık geldiğini anlar ve peşine düşer.

1647 yılında Uşak’a geçer. O günlerde kaldığı tekkede Mürşit Ümmi Sinan Hazretlerinin Antalya Elmalı’dan yola çıktığı fısıldanır. Merakla beklediği Hak Mürşit Kalaycı Ümmi Sinan Hazretleri “İbrik nasıl kalaylanır Derviş Mehmed Mısri Oğul?” deyince bağsız bağla tamamen Mürşidine teslim olur.

Mürşidi Ümmi Sinan Hazretleri ile Elmalı kazasına gider ve 1647-1656 yıllarında birlikte ve hizmetinde kalır.

Önce bir yıl kadar Uşak’a, sonra dört buçuk yıl Kütahya’ya halife olarak gönderilir.

Mürşidinin isteği ve emri üzerine camide oruç ile ilgili verdiği vaazı ve sonrasında da cami şadırvanında ekmeğini suyla ıslatıp yemesi üzerine ceza olarak iki kez pişmesi için halvete girmesi dillere destan bir ders olarak hak talebelerine tevhit derslerinde anlatılır.

Ne var ki Kadızadeler denilen koyu taassupçu ve gericilerin Hak erenleri üzerindeki baskısı ve zulmü bir nevi hınç almaya dönmüştür.

1657 yılında Muhammedi Mürşidi Kalaycı Ümmi Sinan Hazretleri Hakk’a yürümüştür. Bu deruni acı ile diyar diyar dolaşır. Uşak ve sonrasında Bursa...

Bursa’da Kutbiyyet Makamına nail olur. Kendisinden zuhur eden harikalıkların getirdiği fitne seli artık peşini bırakmayacaktır.

Fitne kazanının ateşi Kadızadeler, Sultan IV. Mehmet’ten 1666 yılında;’ Sofiyenin devranı ve dedeganın semaları yasaktır’, fermanını almışlardır.

Halak-yı zikir durmuş, neyler susup semağlar semaya uçmuş ve tekkeler kapanmıştır.1674 yılında  Ayosofya Camisi’nde bir cuma günü Niyazi Mısri Hazretleri irticalen ve coşkulu bir vaazla ilahi aşkın yaşayışa geçişi olan aşk-ü cezbe zikrini anlatır. Halk hıçkırıklara boğulunca, sultan mahfelinde olanları izleyen Sultan IV. Mehmet tekkeleri kapatma yasağını derhal kaldırır.

1675 yılında Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa, Mısri’yi Edirne’ye davet eder. Ve ne yazık ki fitneciler iftiralarıyla Rodos adasına kalebent olarak sürülmesini sağlarlar. Kendisini götüren Azbi Çavuş, sadık bir müridi olacak ölünceye kadar hizmetini görecektir.

Rodos sürgününden sevenlerinin duası ve lehinde çalışmalarıyla kurtulup Bursa’ya dönse de azılı düşmanı Vani Efendi ve yandaşları, akıl almaz iftira ve tuzaklarla on beş yıl kalacağı Limni adasına sürgün ettirirler. 1691 yılında Sultan II. Ahmet sürgünü kaldırır. Bursa’ya döner.1693 yılında tekrar Limni adasına bu kez ayağında 17 kiloluk bukağıları ile sürgünü başlar. Celvetiye Tarikatı, Selamiyye kolunu kuran Selami Ali Efendi’den tutun da Vanlı Vani Efendi’ye kadar taş yağmuruna tutulan bu eşi bulunmaz, gönül dostu, kamil aşık; son seferinde Limni Adası’na götüren gemi Anadolu kıyılarından açıldığında göz yaşları içinde :’’Osmanlı sülalesinin sonunun gelmesi için dördüncü semaya öyle bir kazık çaktım ki bunu benden başka kimse çıkaramaz. Bu kazık Osmanlının sonudur.’’ der. 

 Cifr ilmi bahanesiyle kahrına kalkışılan ve hayatı azap ve çilelerle geçen, yiğit eren, ilahi aşkın ve cesaretin yüce yürekli amansız aşığı, yetmiş sekiz yıl süren çilekeş ömrü, 16 mart 1694 yılında Limni Adası Mondros kasabasının limana bakan zindanında kuşların ilk ötüşleriyle sonlanmış, aziz ruhu hakka uçup ayağındaki bukağılarla defnedilmiştir.

Aradan yıllar geçmiş, Sultan Abdülmecid Han, Osmanlı Devleti ve müttefikleri İngiltere, Fransa, Piemento ile Rusya arasında 1853-1856 yıllarında kırım Harbinde kararsız kalınca, Yahya Efendi’yi, Kuşadalı İbrahim Hakkı Hazretleri’ne dua ve görüşü için göndermiştir. Kuşadalı Hazretleri, “Niyazi Mısri’nin, Limni’ye haksız yere iftiralarla sürülmesi haksızdı. Gönlü alına!” demiş ve bedduasını söylemiştir.

Hemen Niyazi Mısri’nin Divanını isteyen Sultan Abdülmecid Han, Divanı açtığında aşağıdaki beyitleri okumuştur.

 Oldum İsmail gibi Hakk etti hemin

İki yüz bin dahi yetmiş beşe bir kurban bana

Anladım zebhi-i azime bir işarettir bu koç

Hem beşarettir gele Yahya ile mihman bana

“Savaşın müjdesi var bu deyişte!” deyip savaşa karar verir.

Galip geldikten sonra da sarayında besleyip koç tokuşturmakta kullandığı en kıymetli koçunu Limni adasındaki Niyazi Mısri’nin kabrine kurban etmiştir.

Ne var ki Koca Osmanlı Sülalesi, o muhteşem zaferlerine rağmen her Müslüman Türk’ü yüreğinden yaralayan ayağındaki bukağılarıyla gömülü bulunan bu muhteşem zatı sürgünden kurtarmamıştır. 

 Şeyh Edebali’nin damadı Orhun Bey’e Horasan erenleri tarafından emanet  edilen Hazreti Osman’ın kılıcını teslim edip bundan sonra senin adın Osman olsun soyun bu şekilde yürüsün diyerek kurulmasına öncülük ettiği Osmanlı, maalesef başka bir veli Radıyallahu Anha olan Niyazi Mısri’nin bedduası ile Limni Adası Mondros kasabasının limanında bir İngiliz zırhlısında son bulmuştur.

Bugün üzerimize düşen görev, bu ulu büyüğümüzü doğum yeri Malatya’ya veya manevi doğum yeri Elmalı’ya ayağındaki prangalardan kurtararak getirip, külliyesini yapıp defnetmemiz gerekmektedir.

Işık ve sevgiyle kalın!