Eskiden böyle gariplikler yoktu. 

Taze  somun ekmeği üzerine yağ sürer, onun da üzerine toz şeker serper, sokağa fırlardık. 

Sokaktan gelip geçen her şeyden üç- beş satın alırdık.  Her şey sağlıklıydı. 

Biz  turp gibiydik.

Anneler, babalar meyveleri kasa ile alır, binbir çeşit sebze, pazardan hamallara taşıtılırdı. Bu bollukta, bazı ürünler, buzdolabına bazıları da balkona konur, haftalarca bozulmadan yenirdi. 

Hepsi doğal ve hormonsuzdu.

Ayvanın çürüğü, soğanın cücüğü olur, elma berelenir, kiraz kurtlanırdı. 

Gün olup devran dönüp de bu kurtları arayacağım aklıma gelmezdi. 

 

Ekmek iki, bilemedin üç çeşitti. Kokusu çok uzaklardan duyulur, fırından eve getirinceye kadar sabredebilen çıkmazdı. O nedenle uçları hep, tarafımızdan kemirilmiş olarak sofraya gelirdi.

Dondurmalar süt kokardı. Aslında süt de mis gibi süt kokardı!

Domates de… 

Koku nasıl anlatılır ki? 

Kıpkırmızı gövdesi yarıldığında, incecik kabuğun altından,  etli yumuşak ama yumuşamamış gövdesi çıkardı. Aynı anda  etrafa domatesin rayihası yayılırdı. Islak ve nemliydi ama şimdiki gibi şarıl şarıl su da nesiydi?

Bakliyat da,  et de,  tavuk da bu günkü gibi  saman lezzetinde değildi. Bu ‘kuru’ lar çok geç piştiği için, geceden ıslatılmazsa pişirmeye bile yeltenilmezdi. 

Ne oldu da,  ‘tat’ın yanında tuz bile değişti? 

Himalayalar’ dan gelir oldu?

Nasıl oldu da, koskoca ülkemin her yerindeki buğday başakları modaya uydu? Bir siyez unu çıktı, babaannemin ununu kovaladı?

Bal bile,  bal gibi değil artık. 

Bal gibi kandırıldık.