“Riya siyah karıncanın karanlık gecede siyah yün kaftandaki yürüyüşünden daha sessiz ve sinsice yol alır”  Hadis (Carullah Zemahşeri/keşşaf)
Selçuklu ile Osmanlı ekonomik hayatına liberal prensipler hakimdi. Ama bu meydanı boş bırakan bir liberalizm değildi. Milli gelirin şahıslara taksiminde sosyal adalet esastı.
Devlet, hazinesi sayesinde ayakta durur. Hazineyi hem dolu tutmak hem de bunları yerince sarf etmek ince ve hassas bir sanattır.
Beytülmal de denilen devletin hazinesi dört kısımdır.1-Zekatlar: Kur’an da sayılan sekiz sınıf insana verilir.2-Ganimet,maden ve define vergisi,fakir,yetim ve parasız yolcularındır.3-Gayrimüslimlerden alınan vergiler: Memur maaşlarına ve milli savunmaya gider.4-Sahipsiz miras ve buluntu mallar:Bakıma muhtaç insanlara harcanırdı.Yetmezse,ayrıca vergi toplanabilirdi. Ancak Beytülmal gelirleri sağlıklı bir şekilde toplanıp yerli yerince harcanırsa halktan ayrıca vergi toplamaya veya iç ve dış borç almaya gerek kalmaz.
Osmanlılar beytülmal yerine hazine tabirini tercih etmiş; ancak beytülmal tabiri de, mirasçı bırakmadan ölenlerin miraslarıyla meşgul olan merkezdeki Beytülmal Müdürlüğü’nde yaşamıştır.Ta Hunlardan gelen geleneğe uygun olarak,Osmanlılarda devlete ve hükümdara ait olmak üzere iki çeşit hazine vardı.Birincisine Birun, dış hazine,ikincisine de Enderun, iç hazine denirdi.
Eskiden toprak ile ordu arasında mühim bir bağlantı vardı. Toprak gelirleri askerlere tahsis edilirdi. Böylece hükümet, askeri harcamaların çoğunu dolaylı yoldan karşılardı. Bu, hem vergi toplama masrafını azaltır, hem de ordunun özelleşmesi gibi bir vaziyet yaratırdı.
Osmanlılarda, Anadolu ve Rumeli topraklarının çoğu fetih yoluyla ele geçtiği için devlete ait miri arazilerdi. Bu araziler, önceki Müslüman Türk devletlerinde olduğu gibi gelirine göre muhtelif parçalara ayrılırdı. Her bir parça, harplerde yararlılık gösteren askerlere veya hazineden hakkı olan kimselere dirlik olarak verilirdi. Misal bin köylü bir sancağın 500 veya 300 köyü, üçer beşer köy olmak üzere 100-200 tımara ayrılır, hak kazanan askerlere verilirdi. Geri kalanı da zeamet ve has olarak bölünürdü. Zeametler subaylara verilirdi. Haslarda, padişah, hanedan, vezirler, beylerbeyleri, sancakbeyleri ve diğer yüksek memurlara maaş karşılığı tahsis edilirdi.
Tımar Sisteminin Kurulması:
İlk olarak Osman Gazi, fethettiği araziyi tımar olarak askerlerine dağıttı ve Karacahisar’ı da oğlu Orhan Gazi’ye verdi. Ayrıca da Tımarların sebepsiz yere sahiplerinden geri alınmaması, tımar sahibinin ölümü halinde arazinin bu kimsenin oğluna intikal etmesi ve küçükse, hizmet edecek yaşa gelinceye kadar onun yerine hizmetkarlarının sefere gitmesi şartını koydu. Bu Osmanlının bilinen ilk tımar kanunudur.
Tımar sahibine sipahi denirdi. Sipahi, arazinin bir çift öküzle sürülüp ekilebilecek her çiftlik miktarını uygun gördüğü bir çiftçiye kiralardı. Bu miktar yaklaşık üst iyi arazide 50-75,orta arazide 75-100,aşağı arazide ise 100-150 dönüm seviyelerindeydi. Çiftçiden yıllık kira olarak ve mahsulün umumiyetle onda biri olarak aşar alınırdı. Sipahi, bir bakıma tahsildar ve tapu memuruydu. Tımarın bulunduğu sancakta otururdu. Topladığı kiraların ilk üç bin akçesi kılıç hakkı yani maaştı. Sipahi geri kalan her üç bin akçe karşılığında atlı, silahlı ve talimli bir asker beslerdi. Bu asker, sipahinin oğlu, yeğeni, kuzeni, kölesi veya herhangi bir kişi olabilirdi. Ordu sefere çıktığında, sipahilerde maiyetindeki askerlerle beraber orduya iltihak ederlerdi.
Eksik asker getiren, atı veya silahları elverişsiz olan sipahinin dirliği kesilir, gerekirse ayrıca da cezalandırılırdı. Sipahi yaşlanınca tekaüde ayrılırdı. Ölürse, tımarı oğluna, kardeşine veya yeğenine intikal ederdi. Tımar ile zeametin çok farkı yoktu. Şu kadar ki, geliri yirmi bin akçeye kadar tımar, yüz bin akçeye kadar zeamet, daha yukarısına da has denirdi. Kendilerine has verilenler, toprağına bizzat gidemeyeceği için yerine vekil gönderirdi. Mütesellim veya Voyvoda denilen bu vekiller, sipahi gibi hareket ederdi. Dirlik gelirleri, aynı zamanda bunların maaşıydı. Çünkü memurlara ayrıca maaş ödenmez, haslar makama verildiği için de evlada intikal etmezdi.
Anadolu ve Rumeli haricindeki eyaletlerde dirlik sistemi tatbik olunmazdı. Onun için Mısır, Eflak, Boğdan, Kırım gibi imtiyazlı eyaletler harp esnasında özel birlikler göndererek orduya katılırdı. Bu sebeple tımarlı eyalet askerlerinin hemen tamamı Müslüman, çoğunluk da Türk asıllıydı. Kanuni Sultan Süleyman zamanında mükemmel tımar ve toprak kanunu yapıldı. Bu devirde tımarlılardan oluşan eyalet ordusunun toplamı iki yüz bini geçmişti.
Tüm Toprakların Ekilmesi Zorunluydu:
Sipahiden arazi kiralayan köylü, toprağı isterse ömür boyu ekip biçerdi. Çiftçi öldüğü zaman da toprak çocuklarına intikal ederdi. Çocuğu yoksa sipahi başkasına kiralardı. Bu usul, hem çiftçinin hem devletin işine geliyordu. Yoksa çiftçi, uzun zaman kullanmayacağı; ölünce çocuğuna intikal etmeyecek araziyi neden imar etsindi ki!
Çiftçi, araziye izinsiz ağaç, asma dikemez. Bina yapamaz; kiremit, tuğla imal edemez, izin alsa bile ölü gömemez, çayır haline getiremez, satamaz, bağışlayamaz, rehin veremez, vakfedemezdi. Ancak sipahinin izniyle para karşılığı veya ferağ edebilir yani haklarından bedava vazgeçebilirdi. Çiftçi, toprağı üç sene ekmeyip boş bırakırsa, elinden alınırdı. Çiftçi sene ortasında araziyi bırakıp başka yere gidemezdi. Giderse, zorla geri getirilir, ayrıca da para cezası ödettirilirdi. Ziraat senesi bitince serbestti.
Toprak kirasına Aşar denirdi. Aşar mahsulden alınırdı. Aşar kısaca onda bir demektir. Aşarı, hükümetin vazifelendirdiği tımarlı sipahiler toplardı. Bu durumdan habersiz olan kimseler, Türk devletlerinde özel mülkiyet olmadığını zannetmişlerdir. Halbuki köy ve şehirlerdeki evler, bahçeler, ahır ve samanlıklar şahıs mülküydü. Yalnızca arazinin çoğu fetih sebebiyle devlete aitti. Ayrıca Vakıf araziler, kimsenin malı olmayan yol, meydan, orman ve meralar ile sahipsiz topraklar da vardı. Sahipsiz toprakları ihya eden, malik olurdu.İmparatorluğun bütün toprakları böyle değildi. İslamiyet’in ilk zamanlarında fethedilmiş yerlerde mülk arazi çoktu.
Görülüyor ki devlet arazisinin bir kısmı askeri harcamalara tahsis ediliyor; geri kalan kısmından da yüksek memurların maaşı karşılanıyordu. Tımar gelirleri toprak mahsullerine göre tespit olunduğundan, köylü o sene ne kadar gelir elde etmişse, memurlar da o nispette gelire sahip oluyorlardı. O sene mahsul düşükse, memurların geliri de düşük seviyede kalıyordu ki bunun sosyal adalet bakımından elverişli bir usul olduğu aşikardır.
Tımar Sistemi Çatırdıyor:
Dirlik teşkilatı zamanla zaafa düştü. Savaş teknikleri değişmişti. Kılıcın ve okun yerini ateşli silahların alması; tımarlıların yeni sisteme adapte olamaması görünüşte tımarlı askerlerin önemini azaltmıştır. Bu arada fetihler de durmuş; ama toprak miktarı sabit kalmıştır. Sipahilere normalin üzerinde sorumluluklar yüklenmiş, tımar yoklamaları muntazam yapılamamıştır. Yeni Dünya Düzeni’ni okuyamayan basiretsizler nedeniyle giderek sipahilik rastgele şahısların eline geçmiştir. Celali İsyanları ve İran Savaşları sebebiyle köylü toprağını terk edip şehirlere göçmeye başlamıştır. Bu da tımar gelirlerini düşürmüş eyalet askerlerinin mevcudu giderek azalmış ve yaklaşık yirmi bin kişiye kadar inmiştir.
17.yüzyıldan itibaren yeni Tımar verilmedi. Valiler, kapılarında ücretli asker yetiştirmek zorunda kaldılar. Sultan Abdülmecid döneminde, tımar kaldırıldı, Sipahiler emekliye sevk edildi. Yaşı müsait olanlar yeni kurulan orduya alındı veya atlı jandarma yapıldı. Böylece Osmanlı Eyalet Ordusu, yeniçeriler gibi kanlı ve sorunlu bir tasfiyeye uğramadan sessizce ortadan kayboldu. Sipahiler de sıradan vatandaşların arasına karıştı.
İhale Sistemi Başlıyor:
Bu durumda toprak kiralarını kim tahsil edecekti? Bunun için merkezden taşraya geniş yetkilere sahip tahsildarlar gönderildi. Ama bu usul ancak iki sene sürebildi. Kendisinden bekleneni veremeyen tahsildarlar geri çekildi. Aşar, iltizam yoluyla mültezimler tarafından toplanmaya başlandı. Bu usulde, her bir köyün aşarı ihaleye çıkarıldı. Köyü ve mahsulünü yakından görüp inceleyenler ihaleye katılırdı. Kefil ve ipotek göstererek devlete en yüksek meblağı ödemeyi taahhüt eden kimse, ihaleyi kazanırdı. Bu usule İltizam, bu işi üstlenene de Mültezim denirdi. Eskiden bu işle geçinen çok sayıda insan vardı. Bunlar, bulundukları muhitin eşrafından güvenilir kimselerdi. Devlete ipotek göstermek zorunda olduğundan, ancak mülk sahipleri iltizama girebilirdi.
Mültezim, hükümete bir miktar peşin para öderdi. Mahsul olgunlaştığı zaman hemen mültezime haber verilirdi. Mültezim, yanında jandarmalar eşliğinde köye gelir, mahsul bunların nezaretinde kaldırılır. Aşar mal olarak tahsil edilirdi. Mültezimler sonra bu mahsulü genellikle açık arttırmayla satıp, devlete borçlarını öderlerdi. Geriye kalan miktar ise karı olurdu. Ürünün umulduğu gibi yetişmediği senelerde, aşar meblağı düşük kaldığı için mültezim zarar ederdi.
Tımar devrinde, maden ocakları, tuzla, gümrük, dalyan, darphane gibi senelik muayyen gelir getiren işletmeler de üç yıllığına iltizama verilirdi. Mezata çıkarılan bu işler için iltizamını alacak kimse çıkmaz ise emanet usulüne gidilirdi. Bu usulde iş, devlet tarafından vazifelendirilen emin adındaki maaşlı bir memur tarafından idare olunurdu. Devlet, emanet usulünü her zaman iltizama tercih ederdi. Ama emin sıfatıyla işletmeyi idare edecek güvenilir ve yetişmiş kimseyi de o devirde bulmak kolay değildi.
Ve ülkenin başına bela olacak olan toprak ağalığı doğuyor.
1858 yılında arazi kanunu İle tapu yönetmeliği çıkarıldı. Köylünün ekip biçtiği miri toprağı kendi adına kaydettirmesi istendi. Toprak mülk kılınmıyor; ancak mülkiyete çok yakınlaştırılıyordu. Herkesin eline tapu senedi veriliyordu. Toprak üzerindeki hukuki tasarruflar, artık tapu memuru huzurunda yapılacaktı. Ne yazık ki köylülerin çoğu bu tescil işlemine kulak asmadı ve işlemi yapmadı. Sebebi yalnızca resmi kaidelere karşı gevşeklik değildi. Köylü, tescil masrafı ve arazi vergisi ödemek istemiyordu. Üstelik asker alma sistemi öteden beri arazi mülkiyetine dayalı olduğu için, bu işte bir külfet kokusu almıştı. Tescil ettirse, başına iş açacağından veya iş açılacağından korkuyordu. Ancak bu korku ve vehim, köylüye çok pahalıya patladı. Uyanık taşra ileri gelenleri, geniş arazileri kendi adlarına tescil ettirdiler. Böylece toprak ağalığı meydana geldi. Köylü artık devletin toprağını değil; ağanın toprağını ekip biçecekti. Filistin’de de İsrail Devleti kurulunca, uzun zamandır köylülerin elinde bulunan; ama yukarıda bahsettiğimiz sebepler ile tapuya kaydettirilmeyen arazileri hükümet kendi malı sayarak buraya Yahudi göçmenlerini yerleştirdi. Bu, günümüze kadar süren kanlı ve ıstıraplı problemi doğurmuş oldu.
1925 yılında aşar kaldırıldı, Miri toprak kimin elindeyse, mülkiyeti bedelsiz olarak ona verildi. Aşar yerine para olarak alınan maktu emlak vergisi getirildi. Eskiden mahsul az olursa, aşar da az olurdu. Şimdi mahsul az da olsa, çok da olsa köylünün ödeyeceği vergi değişmiyordu. Politikacılarla yakın teması olan veya bizzat kendisi politikacı olan toprak ağaları ve bunu önceden haber alan bazı belde eşrafı, cüzi bedellerle geniş arazileri ellerinde topladılar. Buna Ermenilerden ve Mübadil Rumlardan kalan araziler de eklendi. Böylece yeni bir sınıf, toprak ağası sınıfı meydana geldi. Mültezimlikten başka hiçbir mesleği olmayanlar ve çocukları, beklemedikleri ve hak etmedikleri bir sefalete düştüler.
Şimdi gelelim günümüz Türkiye’sine. Tapu ve kadostra memuru olarak devlette çalışan ve sonra Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girip işin sistem ve detaylarını öğrenen Urfalı Abdullah Öcalan, kurduğu örgütle 10 yıl kadar bu toprak ağalarını hedef alıp yöresinin insanına bunu ve benzerlerini anlattı. Ancak; bugün Mecliste milletvekili olan uyanık ağalar ve işbirlikçileri, yukarıda geniş bir açılım ile anlattığımız haksız olarak elde ettikleri toprakları ve zenginlikleri, kullanıcılarına iade edecekleri yerde bu kadar basit bir konuyu ve haklı bir halk talebini bir kez daha aynı uyanıklık ve düzenbazlıkla devlete ihale edip kanlı ve ıstıraplı bir sürece yol açtılar ve açmaya da devam ediyorlar.
 Bu ne zaman mı sonuçlanır: Mecliste İdris suretindeki iblis ağaların bulunmadığı, bunların yerini gerçek halkın temsilcileri aldığında.
Işık ve sevgiyle kalın!