ÖZEL HABER

Atatürk’ten Bugüne

Milletini her anlamda çok sesliliğe alıştırmaya çalışan ve geleceğe umutla bakmasını sağlayan Atatürk’ü rahmet ve saygıyla anıyorum.

Abone Ol

Osmanlı, Türk-İslam tarihinin en büyük imparatorluğu. Batı karşısında 300 yıl ilerleyebilen ve 300 yıl da Batı’ya direnebilen yapısı, onun önemini daha da artırıyor. Ancak bu imparatorluk, Batı’nın değişimi, dönüşümü ve yayılması karşısında 17. Ve 18. yüzyıllardan itibaren eski ihtişamını yitirmeye başladı. Bununla birlikte hem sahip olduğu devlet mekanizması hem de çağdaşlaşma çabaları, onun ömrünü uzattı. Süreç, aslında Marquez’in Kırmızı Pazartesi’sindeki gibi gelişti. Kaçınılmaz son önlenemedi. Karlofça (1699), Küçük Kaynarca (1774), Berlin (1878) uzun bir zaman diliminde kaçınılmaz sonu göstermekteydi. 1878’den 1918’e kadar geçen imparatorluğun son 40 yılı dönemin kuşağını son derece derinden etkiledi. Gözlerinin önünde bir devlet dağılmaktaydı ve üstelik dağılma süreci hızlanmıştı. Bunu önlemeye ne II. Abdülhamit’in ne de İttihatçıların gücü yetti. Son 40 yıllık süreçte yaşanan en büyük travma Balkanların kaybıydı. Bu iki kademeli bir şekilde gerçekleşti. Birincisi 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ile ikincisi de 1912-13 Balkan Savaşları ile.

Mustafa Kemal Paşa ve kuşağı, imparatorluğun son 40 yılında doğdular. Onlara 1880 kuşağı demek mümkün. Bu tarihin biraz öncesinde ya da sonrasında doğdular. Milli Mücadele’nin A Takımı olarak tanımlayabileceğimiz Atatürk, Çakmak, İnönü, Karabekir, Cebesoy, Orbay ve Bele 1875-1884 yılları arasında doğdular. Yıkılan imparatorluğun yıkıntılarından -emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı bağımsızlık mücadelesi vererek- bir ulus devlet çıkardılar. Üstelik bunu % 85-90’ı köylü olan bir topluma dayanarak yaptılar. Yürütülen mücadelenin öncüsü burjuvazi-aristokrasi gibi sınıfsal dinamikler değil bürokratlardı. O asker sivil bürokratlar, aydınlar, idealist ve vatansever insanlardı.

Dönemin şairleri de Osmanlı’nın çöküşü karşısında çözüm yolları aradılar. Bunlardan biri olan Tevfik Fikret, Ferda (Yarın) şiirinde “Yükselmeyen düşer: Ya terakkî, ya inhitât!” der: Ya ilerleme ya çöküş. Fikret gibi İttihatçı şemsiyenin altında yer alan Mehmet Akif, Eylül 1918’de yazdığı Şark şiirinde Doğu’nun Batı karşısında geri kalmasının tarihsel bir analizini yapmaktadır. Önceden Doğu, Batı karşısında ileride iken, Batı’nın nasıl ileriye geçtiğini karşılaştırmalı olarak ele almakta, bir tür karşılaştırmalı tarihe girişmektedir. Doğu’yu gezmesi karşısında neler gördüğünü sorunlara Akif şunları söyler:

Musallat, hiç göz açtırmaz da Garb’ın kanlı kâbusu,

Asırlar var ki, İslam’ın muattal, beyni, bâzusu,

“Ne gördün, Şark’ı çok gezdin? ” diyorlar. Gördüğüm yer yer

Harap iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler,

Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar,

Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar,

Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar;

Tegallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler;

Riyâlar, türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler;

Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;

Ekinsiz tarlalar, ot basmış evler, küflü harmanlar;

Cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar;

“Gazâ” nâmiyle dindaş öldüren biçare dindaşlar;

Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;

Emek mahrumu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar! ...

Şark’ın sefaletini, perişanlığını ve geri kalmışlığını kimseyi suçlamadan, dış güçlere bağlamadan ve komplo teorileri yazmadan anlatan Akif, karamsar bir tablo çizmektedir. Ancak karamsar tabloya rağmen Akif, bunun tersine çevrilebileceğinden emindir:

Bu haybetten usandık biz, bu hüsran artık el versin!

İlâhi, nerde bir nefhan ki, donmuş hisler ürpersin,

Serilmiş sineler, kâbusu artık silkip üstünden.

“HAYAT ELBETTE HAKKIMDIR! ” desin, dünya “DEĞİL! ” derken-

Tablonun kötülüğüne rağmen Akif’in idealizmi, vatanseverliği ve mücadeleciliği şiirini dünyaya meydan okumakla bitirmektedir. Nitekim bu tarihten iki buçuk yıl sonra aynı Akif, İstiklal Marşı’nı yazacaktır.

Dönemin dünyasına bakılacak olursa, Birinci Dünya Savaşı’nın tüm galipleri üzerimize çullanmış durumdadır. Dünyanın büyük bir bölümü sömürgedir. Bağımsız Müslüman devlet yoktur. Bizim bağımsızlık da gitmek üzeredir. Bunu Yahya Kemal, Büyük Taarruz ile ilgili şiirinde şöyle anlatır:

Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi.

Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbi.

Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,

Galib et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın.

Dönemin tüm karamsar tablosuna rağmen Atatürk hem umut doludur ve hem de mücadeleci karakter olarak milletini ayağa kaldırmakta, onu teşvik etmektedir.

Namık Kemal, 1877-78 savaşı ile Balkanlardaki toprak kayıpları dolayısıyla yazdığı Vatan Mersiyesi’nde şöyle der:

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini

Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini

Atatürk, bundan 40 yıl kadar sonra İstiklal Savaşı devam ederken Namık Kemal’in karamsar ve ümitsiz sözlerine kararlılıkla ve umut dolu cevap verir:

Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini

Bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini

Akif’in deyimiyle beyni ve kasları yüzyıllardır atıl kalmış Doğu’nun üzerinden uyuşukluğu atan, ona dinamizm kazandıran Atatürk oldu. Atatürk, Türk milletinin bağımsızlık savaşının lideri olduğu kadar Türk milletinin çağdaşlaşma mücadelesinin de lideridir. Bu noktada milletine Atatürk kadar katkı sağlayan başka bir lider saymak mümkün değildir. Ancak İstiklal Savaşı’nın ve Türk Devrimi’nin az sayıda da olsa içeride muhalifleri vardır. Bunların kavgası Atatürk’le, Cumhuriyet’le ve Türk milletiyledir. Bu kadar borçlu olunan bir liderle kavga milli bir ayıptır. Bununla birlikte bu kavga Türk milletinin değil, 1918-1923 döneminde Türk milletinin yürüttüğü mücadelenin karşısında yer alanların maddi ve manevi torunların kavgasıdır.

Örneğin ABD’de kurucu baba Washington ile, Almanya’da kurucu baba Bismark ile, Fransa’da Napolyon ya da de Gaulle ile, İtalya’da II. Vittorio Emanuele ile kavga edene rastlanmaz. Kavga etmeye kalkanların siyasette ve toplumda yeri olmaz. Bugünün Türkiye’sinde toplumsal uzlaşma, Atatürk, Cumhuriyet ve Türk düşmanlarından arındırılmış Türkiye konusunda olmalıdır.

1935 yılında Atatürk Türk Devrimi’ni –İstiklal Savaşı’nı da dahil ederek- şöyle anlatır:

Uçurumun kenarında, yıkık bir ülke...

Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar...

Yıllarca süren savaş...

Ondan sonra, içeride ve dışarıda saygı ile tanınan

Yeni vatan, yeni toplum, yeni devlet!

Ve bunları başarmak için aralıksız devrimler...

İşte, Türk genel devriminin bir kısa tanımı...

Atatürk, toplumun üzerindeki uyuşukluğu, miskinliği atmak, toplumu dinamik hale getirmek ve neşelendirmek için müzik anlayışını bile değiştirmeye girişti. Arabesk tarzdaki kasvetli müziğin yerini hareketli çok sesli Türk müziğini koymak istedi. Buna özellikle Türk halk müziği de dahildi. Cumhuriyet döneminin bu konudaki öncü isimleri Türk Beşleri idi (Cemal Reşit Rey, Hasan Ferid Alnar, Ulvi Cemal Erkin, Ahmed Adnan Saygun ve Necil Kâzım Akses). Türk müziğini evrensel müzik kurallarıyla işlemek amaçtı. Böylece Türk müziği dünya standartlarına ulaşacaktı. Türk Devrimi’nin müzik ayağıyla milletinin mutluluğunu, neşesini artırmaya çalışan Atatürk, milletini çok sesliliğe de alıştırmak istedi. Çok seslilik unutmamak gerekir ki, tüm alanlara yansıyan bir yaşam biçimidir. Bunun bir ayağı da demokrasidir. Tek seslilik, monoton ve otoriterdir. Milletini her anlamda çok sesliliğe alıştırmaya çalışan ve geleceğe umutla bakmasını sağlayan Atatürk’ü rahmet ve saygıyla anıyorum.