1877 yılından 1943 yılına kadar Türkiye’de yapılan seçimler iki dereceliydi. 1946 yılında yapılan erken seçimlerle birlikte Türkiye tarihinde ilk kez, tek dereceli seçim sistemi uygulanmış oldu. Ancak, kabul edilen sistem tartışmaları da beraberinde getirdi. Çünkü, seçimin yönetimi mülki idareye verilmişti ve dolayısıyla iktidarın etkisine son derece açıktı. Neticede bilinen şekliyle sistem, açık oy-gizli tasnif sistemine yol açtı. Nitekim 1946 seçimleri de kendinden önceki (1912) ve sonraki (1957) seçim yolsuzluğu yapılan seçimler arasında yerini aldı.

DP başta olmak üzere muhalefetin en önemli gündem konusu seçim kanunu ve seçim güvenliği olunca, CHP iktidarı da konuya eğilmek zorunda kaldı; 1949 yılı başında kurulan Şemsettin Günaltay Hükümeti’nin ilk ele aldığı konulardan biri seçim kanunuydu. 1949 yılının ilk aylarında başlayan seçim kanunu hazırlıkları, yıl boyunca devam etti. Hatta yabancı ülkelerin seçim kanunları incelenerek uyguladıkları sistemler (çoğunluk, nispi temsil ve bunların çeşitli varyasyonları) konunun uzmanları tarafından Türkçeye çevrildi.

Kanun tasarısı belli bir hazırlık döneminden sonra 1950 yılı başlarında TBMM gündemine taşındı. İlk geldiği yer, üç partiden (CHP, Demokrat Parti ve Millet Partisi) oluşan Karma Komisyon’du. Anayasa, İçişleri ve Adalet komisyonlarından gelen onar üyeden oluşan komisyonun başkanı Dr. Behçet Uz’du. Komisyonda MP’li üyeler nispi temsil sisteminin kabul edilmesini savunurken (Hasan Dinçer), DP milletvekillerinin nispi temsil konusunda ısrarı yoktu. Onların ısrarı –Nuri Özsan’ın belirttiği gibi- dürüst bir seçimin gerçekleşmesini sağlayacak bir seçim kanunuydu. İktidar partisi, seçim kanunu konusunda DP ile uzlaşma eğilimindeydi. Kamuoyunun da bu konuda büyük bir beklentisi vardı. İktidar, MP’nin taleplerini ise görmezden geldi. MP, küçük ve marjinal bir parti olarak görülüyor ve dikkate alınmıyordu.

Başbakan Yardımcısı Nihat Erim komisyonda yaptığı konuşmada, 35 ülkenin anayasalarını incelediğini, bunların büyük çoğunluğunun nispi temsil sistemini kabul etmiş olsalar da, bu konudaki tartışmaların henüz bitmediğini ve bu ülkelerde nispi temsil sisteminin sakıncaları üzerinde sıklıkla durulduğunu, İngiltere’nin kendi bünyesine uygun görmediği için nispi temsil sistemini kabul etmediğini, bu sistemin en büyük kusurunun meclisleri küçük parçalara ayırmak olduğunu ve mesuliyetli bir hükümet olanağını ortadan kaldırdığını anlattı.

Tasarıda İngiliz etkisi gerçekten de vardır. Ancak, Hükümet, İngiliz sisteminin işine gelen tarafını almıştı. Örneğin seçim bölgelerini daraltmayı ve çoğunluk sisteminin olumsuz etkilerini azaltmayı kabul etmemişti. Komisyondaki görüşmelerde de seçim çevrelerinin daraltılması önerisi kabul görmemiş, her vilayet bir seçim bölgesi olarak kabul edilmişti. Çoğunluk sisteminde ısrarcı olan CHP, en azından seçim bölgelerini daraltmayı kabul etmiş olsaydı, 1950’li yıllar boyunca yaşanan temsilde adaletsizlik sorunu yaşanmamış olacaktı.

Kanun tasarısı iktidardaki CHP’lilerle muhalefetteki DP’lilerin oylarıyla kabul edildi. Onların beyaz oylarına karşı, MP’liler kırmızı oy, yani hayır oyu verdiler. Böylece kanuna bir tek MP karşı çıkmış oldu. MP’nin çoğunluk sistemine ilişkin eleştirisi gerçekten de anlamlıydı. Küçük bir parti olarak sistemden zarar göreceğini fark eden ve sistemin il bazında çoğunluk sistemi olarak uygulanması yerine hiç olmazsa dar bölge çoğunluk sistemini öneren MP’nin şikâyetlerine CHP seçimi kaybettikten ve seçim sisteminin kendisine verdiği zararı açıkça gördükten sonra katıldı. Ancak bu, geç bir fark edişti. DP, sistemin işleyişinin kendi lehine olduğunu gördükten sonra seçim sistemini 1954 ve 1957 seçimlerinde de uygulamaya devam etti. MP’nin şikâyetleri 1950 seçimleri öncesinde CHP ve DP tarafından dikkate alınmış olsaydı, 1950’li yıllarda temsilde adalet açısından ve cepheleşme bakımından ortaya çıkan sorunlar belki daha az yaşanacaktı. MP’nin talebi her şeyden önemlisi daha demokratikti.           

Dönemin Başbakanı Günaltay’ın güçlü bir hükümet isteği ve dünya konjonktürü gibi gerekçelerle savunduğu çoğunluk sisteminin CHP’nin aleyhine işlemesi, ilginç bir ironi olsa gerektir. Nispi temsil sisteminin götüreceği yerin anarşi olduğu düşüncesi her şeyden önce bir abartıdır ve hiç de inandırıcı değildir. CHP içerisinde çoğunluk sisteminin bir diğer savunucusu ve deyim yerindeyse mimarı Başbakan Yardımcısı Nihat Erim’di. Dolayısıyla 1950 seçimlerinde aldığı oy oranına göre, çok daha az milletvekili çıkarmasının sorumlusu olarak onları görmek mümkündür.

1950 seçimlerinde % 52.7 oy alıp 408 milletvekili çıkaran ve TBMM’de % 84 oranında temsil edilen DP’nin parlamentodaki ezici üstünlüğü, O’nun CHP’yi yok sayması sonucunu doğurdu. DP, ezici bir üstünlükle iktidar olmayı içine sindiremedi. CHP de, % 39.4 oy alıp 69 milletvekiliyle TBMM’de % 14 oranında temsil edilmeyi içine sindiremedi. 27 yıllık tek parti iktidarından sonra CHP’nin aldığı oyun çok altında milletvekiliyle parlamentoda temsil edilmesi, O’nu olumsuz yönde etkiledi. TBMM’de % 32 oranında daha fazla temsil edilen DP ile % 25 oranında daha az temsil edilen CHP’nin demokrasi konusunda iyi bir sınav verdiklerini söylemek güçtür.

CHP’nin 1950 seçimlerinde aldığı % 39’luk azımsanacak bir miktar değildir. Aslında seçimleri –yukarıdaki verilerin ışığında- CHP’nin kaybetmesine değil, bu miktar bir oy alabilmesine şaşırmak gerekir. 27 yıllık tek parti iktidarının yarattığı bıkkınlıktan ve İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği sosyo-ekonomik sorunlardan sonra CHP, % 39 gibi yüksek bir oya ulaştı. Bu oy miktarının tesadüf olmadığı, öldü denilen CHP’nin 1954 ve 1957 seçimlerinde de oyunu koruduğu görülmektedir.

CHP, 1950 seçimlerinde çoğunluk sistemi yerine nispi seçim sistemi kabul etseydi daha dengeli bir parlamento oluşacağı ve bunun Türkiye’de kurulmakta olan demokrasi için çok daha olumlu olacağı açıktı. Eğer nispi seçim sistemi uygulanmış olsaydı TBMM şu şekilde oluşacaktı:

CHP: 201

DP: 270

MP: 12

Bağımsızlar: 3

Türkiye’nin nispi seçim sistemini kabul etmesi için 1961 seçimlerini beklemesi gerekecekti. Ancak bu dönemdeki seçim sistemi baraj içermediği için küçük partileri koruyucu bir nitelik taşımaktaydı (MSP, MHP, CGP…); bu da, bir partinin tek başına iktidara gelmesini zorlaştırdı ve koalisyon hükümetlerinin önünü açtı. Oysa, 1960-1980 arasındaki dönemin olağanüstü sorunlarını zayıf hükümetlerle çözmek mümkün olmadı ve bu, askeri darbelerin nedenlerinden birini oluşturdu.

12 Eylül yönetimi, mevcut nispi seçim sistemine % 10 ülke barajını ekledi. Bu küçük partileri etkisizleştirmeye yönelik bir adımdı ve bir partinin tek başına iktidara gelmesini kolaylaştırmayı amaçlıyordu.

27 Mayıs sonrasında temsilde adalet sağlanırken, güçlü bir yürütme göz ardı edilmişti. 12 Eylül’de ise temsilde adalet göz ardı edildi; güçlü bir yürütme her şeyin önüne geçti. % 10 ülke barajının yarattığı çarpıklıkların en bariz örneklerinden biri de 2002 genel seçimlerinde kendini gösterdi. AKP % 34, CHP % 19 oy alarak parlamentoda yer aldılar. Geri kalan partiler % 10 barajını geçemeyerek parlamentoya giremediler. Oysa toplam oyları % 47 idi. Dolayısıyla bugün % 10 barajının acilen düşürülmesi, temsilde adalet açısından gereklidir. % 3 civarında bir barajın makul bir miktar olduğu söylenebilir. Bu hem temsilde adaleti sağlayacak hem de güçlü bir yürütmeyi engellemeyecektir.

Son olarak üzerinde durmak istediğim nokta Türkiye seçmeninin oy vermesinde belirleyici olan iki etmene yöneliktir:

1.      Karizmatik bir lider

2.      Gelecekteki güzel günler vaadi (karizmatik liderin ya da parti yönetiminin kitleleri buna ikna etmesi)

Gelecekteki güzel günler vaadi meselesini biraz açıklık getirecek olursak; seçmeni gelecekte daha zengin ve daha mutlu bir hayat yaşayabileceğine inandırmaktır. Seçmeni de buna ikna etmenin yolu, bu konuda ikna edici projelere sahip olmaktır, kullanılacak olan pozitif bir dildir.

Örnekleyecek olursak CHP’nin son 20 yılın seçim şarkılarına ya da söylemlerine baktığımızda kullanılan dilin pozitif olmadığını, genel anlamda geçmişe dönük ve şikayet edici negatif bir dil olduğunu belirtmek gerekir. Oysa CHP, 1977 seçimlerinde gelecekteki güzel günler vaadini Ali Rıza Binboğa’nın “Yarınlar Bizim” adlı şarkısı eşliğinde anlattı ve % 42’ye yakın oy aldı. Bu pozitif söylem (gelecekteki güzel günler vaadi) ve şarkı sandığa yansıdı. Önümüzdeki iki yıllık süreçte arka arkaya yaşayacağımız üç seçimdeki başarının anahtarının burada olduğunu söyleyebiliriz. 

Özetle, seçmenden oy almak için gelecekteki güzel günleri vaat etmek lazım. Güzel bir kıza "pembe panjurlu evimiz olacak" diyerek evlenme teklif etmek gibi...