Demokrasi, siyasal partiler rejimidir. Türkiye’de siyasal partilerin kökeni İkinci Meşrutiyet’e dayanmaktadır. Ancak bizde partilerin kurulmasıyla birlikte parti kavgaları da başlamıştır. İkinci Meşrutiyet’ten günümüze Türkiye’de siyasal cepheleşmeler, parti kavgaları halen sürmektedir. En son Cumhur İttifakı-Millet İttifakı arasında yaşanan kutuplaşma siyaseti son yıllara damgasını vurmuştu. Muhalefetin yerel seçimlerde gösterdiği başarının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dile getirdiği yumuşama siyaseti, siyasette uzun bir aradan sonra siyasette bir bahar havası yarattı. Söz konusu bahar havası, 1950’li yıllarda zaman zaman DP’nin yarattığı bahar havası gibi geçici olabilir. Üstelik AK Partinin Türk siyasal tarihinin en pragmatik siyasal partisi olduğu gerçeği, bu bahar havasının kalıcı olmasını temenni etmekle beraber konjonktürel olabileceğini düşündürüyor. Bunun nedenlerinin başında da şüphesiz yeni bir anayasa hazırlığı için CHP ile bir mutabakat arayışının olduğu söylenebilir. Gerçekten de tarihimizde görülmemiş ölçekte iktidar ve ana muhalefetin bir uzlaşma eseri olarak bir anayasa hatırlamaları mümkün müdür? Bu konuda iyimser değilim ancak tamamıyla karamsar olmanın da bir alemi yok. Peki bu noktada tarihsel arka plana bir bakmaya ne dersiniz?

Tarihte demokrasinin Antik Yunan’a ve özellikle de Atina’ya dayandığı ileri sürülür. Daha az miktarda ise demokrasinin daha ilkel örneklerini Mezopotamya kentlerine kadar götürenler de bulunmaktadır. Hangi tezi kabul edersek edelim, aslında modern demokrasinin kökleri Ortaçağ Avrupa’sına dayanır. 13. yüzyılda artık tarım toplumu yeni bir devrimle yani ticaret devrimiyle yeni bir aşamaya geçti. Kentler yükseldi; burjuvazi yeni bir sınıf olarak ve yeni bir zenginlik kaynağı olan ticaretle baskın bir nitelik kazandı. Feodal, kaotik ve ama dinamik Ortaçağ Avrupa’sı, sınıflar arası çatışma ve uzlaşma eseri olarak yeni bir dönüm noktasına geldi. İngiltere, İsviçre gibi ülkelere ilave olarak İtalyan kentleri, Hansa (Almanya) kentleri ve Hollanda kentlerinde yürütme erkine karşı orta sınıf ve burjuvazi, “Temsil edilme hakkı olmazsa vergi de olmaz” ilkesini ortaya koyarak, yönetimlerin meşruiyetini meclislere dayanmaya zorladılar. Bu, mutlak monarşilerin gücünün kırılması anlamına gelmekteydi.

Aslında bu noktada en bilinen örnek 1215 tarihli Magna Carta’dır. Baronlarla yani toprak sahipleriyle kral arasında yapılan bir sözleşme olan Magna Carta’yı ilk toplum sözleşmesi olarak görmek mümkündür. Gerçi bu sözleşme, sıradan halk için değil egemen sınıfların mülkiyetini ve hukukunu korumaya yönelikti. Bu haliyle bile ilerisi için önemli bir başlangıç, önemli bir kilometre taşıydı.

İzmir’in Kurtuluşu:  Bağımsızlığın ve çağdaşlığın yolunu açan adım İzmir’in Kurtuluşu: Bağımsızlığın ve çağdaşlığın yolunu açan adım

18. yüzyılın ikinci yarısında üç büyük devrim gerçekleşti. Biri Amerikan Devrimi idi. Onu Fransız Devrimi izledi. Siyasal ve sosyal sonuçları itibarıyla modern dünyanın temellerini atan bu iki devrimin tamamlayıcısı sanayi devrimi oldu. Sanayi devrimini gerçekleştiren İngiltere idi ve ayrıca Fransız-Amerikan devrimlerinin öncülü de 1640-1688 İngiliz Devrimiydi. 18. yüzyılın ikinci yarısında dünya değişirken düşünsel düzeyde de bir değişim söz konusuydu. Tam bu noktada Aydınlanma filozoflarından Jean-Jacques Rousseau, 1762’de yazdığı Toplum Sözleşmesi (Du contrat social ou Principes du droit politique) adlı kitapta siyasi bir sistemin kurulabilmesi için en iyi yöntemin toplumsal sözleşme olduğu tezini ileri sürdü. Rousseau’nun tezi, aslında o yıllarda gerçekleşen devrimlerle örtüşmekteydi. Rousseau ile farklı eğilimleri olsa da Montesquieu de, Kanunların Ruhu Üzerine adlı eserinde (1748) değişen dünyanın yeni yönetim anlayışına öncülük eden isimlerin başında gelmektedir. Onun işlediği temel tez kuvvetler ayrılığı idi. Yasama ve yargı, yürütme erkinden ayrılmalıydı. Güç, tek adama/şahsi yönetimlere/mutlak monarşiye verilmemeliydi. Bu noktada Avrupa’da ortaya çıkan yönetimler ya devrimle mutlak monarşinin devrilerek yerini önce cumhuriyetler sonra da demokratik cumhuriyetler şeklinde kendini gösterdi ya da mutlak monarşilerin evrimle yasama ve yargı gücünü yitirerek meşruti monarşilere dönüştü. Her iki sistemde de parlamenter demokrasi idi; yürütme organı seçimle geliyordu ve kuvvetler ayrılığı somut bir şekilde belirginleşmişti.

Osmanlı ise hep mutlak monarşiydi. Onu kısıtlayabilecek modern anlamda sınıfsal bir yapı hiçbir zaman oluşmadı. O nedenle de 1808 tarihli Senedi İttifak, hiçbir zaman Magna Carta’nın muadilini olmadı. Gülhane Hattı Hümayunu (1839) ve Birinci Meşrutiyet’e kaynaklık teşkil eden Kanunu Esasi de, bir toplum sözleşmesinin ya da bir toplumsal baskının neticesi değildi; bir monarkın halkına lütfettiği bir fermanla tanınan bir haktı. Belki bir kurtuluş reçetesi olarak da okunabilirdi. Uluslararası dengeleri de gözeten, devleti yeniden düzenleme çabasıydı; devletin kurtuluşu için reçeteydi. İkinci Meşrutiyet de yine Batı’da burjuvazinin ve orta sınıfların yarattığı değişim ve dinamizmi, bürokrasi eliyle ama devleti kurtarmak için bir atılımdı. Ancak İttihat ve Terakki’nin otoriter yönetimi, Mehmet Reşat’ı Batılı anlamda bir sembolik monarka dönüştürse de, İttihat ve Terakki’nin iktidardan düşüşü ve Vahdettin’in tahta çıkışı –II. Abdülhamit döneminde olduğu gibi- mutlak monarşinin dönüşü idi.

İstanbul’daki mutlak monarşinin karşısına çıkan Ankara’daki Birinci Meclis oldu. Yönetim sistemi farklılığının yanı sıra zihniyetleri de farklı idi. Birinci Meclis ve lideri Atatürk, her şeyi meclisten –ve milletten- beklerken, İstanbul’daki Padişah ve Hükümeti her şeyi İngilizlerden beklemekteydi.

Türk Kurtuluş Savaşı şüphesiz dünyadaki ilk bağımsızlık savaşı değildi. Bununla birlikte 20. yüzyıldaki en önemli bağımsızlık savaşı olduğu ve dönemin tüm sömürge milletlerine örnek olduğu gibi, bağımsızlık savaşını bir parlamentoya dayanarak yürüten istisnai bir bağımsızlık savaşıydı. Ülkenin bağımsızlığının sağlanması üzerine sağlanan mutabakat, bağımsızlığın elde edilmesine kadar bir koalisyon olarak birlikte yürütüldü. İstanbul Hükümeti ve Padişahın işbirlikçi siyasetine rağmen bağımsızlık konusunda bir toplumsal mutabakat olduğu ileri sürülebilir. Bağımsızlığın elde edilmesinden sonra çağdaşlaşma politikalarında ve ülkeyi kimin yöneteceği noktasında fikir ayrılıkları ortaya çıktı. Devrim süreci bir toplum sözleşmesini beraberinde getirmese de, geleceğe dair bir vizyon ortaya koydu. Kurtuluş Savaşı’nın toplumsal dinamiğini temsil eden Müdafaa-i Hukuk hareketinin devamı olarak ortaya çıkan Halk Fırkası’nın (1923) Tüzüğünün birinci maddesi, kurulan partinin amacını şöyle ortaya koymaktaydı:

-          Milli hakimiyet esasını egemen kılmak (Demokrasi)

-          Çağdaş bir toplum ve devlet inşa etmek

-          Kanun üstünlüğünü sağlamak (Hukuk devleti).   

Kuruluş sürecinin temel misyonu tekrar çöküş tehlikesiyle karşılaşmamak, ümmet kimliğinden koparak laik bir Türk milli kimliği ve ulus-devleti inşa etmek, bağımsızlığı özenle korumak, barış ortamında çağdaşlaşmaktı. Dolayısıyla bu zorlu bir süreçti. Ordu ve din kurumu denetim altında tutularak modernleştirici önderliğin iktidarı sağlamlaştırıldı ve modernleşme sürecinden geri dönülmesi ya da karşısına eski rejimi temsilen bir muhalefetin çıkmaması ve yeni rejimin güçlendirilmesi amaçlanıyordu. Bu noktada rejimin otoriter uygulamaları söz konusu idi ve vatandaşa hak’tan çok ödev yüklemekteydi. Çok partili hayata geçişle birlikte özgürlüklerin artmaya başladığı, cumhuriyetin demokrasiyle, demokrasi devrimiyle tamamlandığı söylenebilir.

2017’de yapılan anayasa değişikliği sistemi Türkiye’de kuvvetler ayrılığını zayıflatarak, yürütmenin etkisini arttırdı. Parlamento eski gücüne sahip değil. Bugün yeni bir anayasa yapılması noktasında iktidar kanadından ciddi bir talep var. Bu elbette mümkün. Ancak parlamentodan özgürlükçü bir anayasa çıkarmak mümkün müdür? Özgürlükçüden kasıt nedir? Örneğin yürütme erkinin gücünün kısıtlanması ama yönetimde de istikrarın sağlanmasına özen gösterilmesi gibi kararlar öne çıkabilecek midir? Dolayısıyla da Montesquieu’nün 275 yıl önce dile getirdiği, Ortaçağ’da ve sonrasında Avrupa’da şekillenen, giderek yerleşen kuvvetler ayrılığı meselesine güçlü bir dönüş söz konusu olabilecek midir? Söz konusu değişiklik için iktidar ve ana muhalefet partisinin uzlaşması esas olmalıdır. Ancak bu gerçekçi de görünmemektedir.  

2017 anayasa değişikliği ve CB hükümet sistemine geçiş hem olağanüstü koşullarda gerçekleşti ve hem de toplumsal mutabakatla sağlanamamıştı. Yeni bir anayasa değişikliği için halk oylamasına gidildiğinde 2/3 çoğunluk aranması gibi bir kriter getirilmesi gerektiği fikrindeyim. Böylece hem değişiklikler zorlaşacak hem de toplumsal kutuplaşmanın önüne geçilecek, bir mutabakat zorunluluğu doğacaktır.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılında bir toplum sözleşmesi oluşturabilirsek bu tarihimizde bir ilk olacaktır. Ancak CB hükümet sisteminden dönmek ve kuvvetler ayrılığını belirginleştirmek iktidarın pek de isteyebileceği bir şey değil. Bunun olmadığı bir sisteme muhalefet evet demez. Diğer taraftan laiklik ve Türk milli kimliği, Cumhuriyetin kurucu değerlerinin korunmasına özen gösterilmeli. İktidar cephesi Cumhurbaşkanına sınırsız kere seçilme hakkı vermek isterse ne olacak? Açıkçası iktidar ve ana muhalefetin uzlaşması pek ihtimal dahilinde değil. Üstelik ülkenin ana gündemi de bu değil. Ekonomik kriz, hayat pahalılığı ve alım gücünün giderek düşmesi en temel sorun olarak ortada duruyor. Demokrasilerde daimi olarak olması gereken diyalog ve uzlaşma kültürünün bizde nadiren görülmesi, demokrasimizin kırılganlığını ve zayıflığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bununla birlikte muhalefet ayakları yere basan bir şekilde akılcı politikalarını sürdürürse yerel seçimler sonrasında siyasete gelen denge faktörü kalıcı olabilir. Batılı demokrasilerde gördüğümüz denge-kontrol sisteminin uzun aradan sonra bizde tekrar işlemesinin önü açılabilir. Bu muhalefetin becerisine ve iktidarın samimiyetine bağlı…