Son yıllarda, ardı ardına gelen olaylar; bireysel sorunlarla toplumsal meselelerin iç içe geçmesine neden oldu. Artık hayat daha karmaşık, daha yorucu bir hal aldı. Eskiden günlere yayılan mutluluklar, şimdi sadece kısa fragmanlar gibi geçip gidiyor gözümüzün önünden. Bir sorunu çözmeden, yeni bir sorun daha kapımızda beliriyor.
Son katıldığınız düğünü ya da bir şenliği düşünün… O eski neşeli kalabalıklar, içten sohbetler ne kadar da azaldı, değil mi? Aynı apartmanda oturup sadece düğünlerde birbirini gören insanlar... Komşular artık birbirini tanımıyor ama yine de yan yana oturmayı sürdürüyor. Peki ya sonra? O masa bile kalacak mı, bilmiyoruz.
Rahmetle andığım Edip Akbayram’ın o unutulmaz şarkısı gelir aklıma sık sık:
“Güzel günler göreceğiz çocuklar...”
Ama o güzel günler neden bir türlü gelmiyor? Ya da geldiğinde neden elimizde tutamıyoruz?
Elbette bireysel hatalarımız var. Ama yaşadıklarımızdan sadece biz mi sorumluyuz?
Neden artık dertler mahalle arasında paylaşılmıyor?
Neden bu kadar yabancılaştık birbirimize ve hayata?
Kent merkezlerinde yalnız ölen yaşlıların varlığını sadece kötü kokularla mı fark edeceğiz?
Nereye gidiyoruz?
Ne için yaşıyoruz?
Ne yapmaya çalışıyoruz?..
Bu sorular zihnimi son zamanlarda daha çok meşgul ediyor. Bu yüzden medya ve iletişim kanallarından uzak durmaya çalışıyorum. Özellikle de İsrail-İran savaşı gibi yıkıcı gündemlerden… Her ölüm haberi vicdanımı kanatıyor. Ekranda çaresizce göç eden çocukları görmek, insanlığa karşı borçlu hissettiriyor beni. Füze tekniklerini anlatan uzmanlar, bombalanan şehirleri soğukkanlılıkla tartışan yorumcular… Hiçbiri içimi rahatlatmıyor.
Bir çocuğun ölmesini —hangi ülke için olursa olsun— haklı gösterecek bir gerekçe olamaz.
Her çocuk, her insan; mutlu bir hayatı hak ediyor. Bu kadar basit.
Mutluluğun Anahtarı: Samimiyet
Hayatta çoğu şeye sahip olabiliyoruz. Kazanıyoruz, çalışıyoruz. Para, ev, araba, konfor… Artık bunlar bir şekilde mümkün. Ama tüm bunlara rağmen, huzur neden bu kadar zor?
Sekiz kişilik bir ailenin yer sofrasındaki yemeğini, lüks restoranlarda bulamazsınız.
O yemeklerin tadı sadece lezzetten değil; paylaşmaktan, samimiyetten gelir.
İşte tüm bu yaşananların eksik halkası da bu: Samimiyet.
Samimi olmayan ilişkiler —ister kadın-erkek ilişkisi olsun, ister iş hayatında kurulan bağlar— güvensizlik, ilgisizlik ve yapaylık içinde büyüyor. Bu yüzden kendimizi iyi hissettiğimiz, içtenlik gördüğümüz ortamlarda bulunmak çok kıymetli.
Size küçük bir önerim var:
Bir gün iş çıkışı gidin, meşhur bir kahve zincirine.
Ertesi gün bir çay ocağında oturun, sedir taburede kahvenizi yudumlayın.
Yan masadaki sohbetleri, çayın kokusunu, insanların gözlerindeki ifadeyi okuyun.
Farkı hissedeceksiniz.
Her şeye ve herkese rağmen, içimizde bir yerlerde hala yeşeren bir umut var.
İnancımızı yitirmeden; sabırla, dürüstlükle ve samimiyetle yaşarsak, o güzel günler gelecek.
Belki yarın değil… Ama bir gün mutlaka.
Son cümle: Nazım Usta'nın dediği gibi...
“Güzel günler göreceğiz çocuklar...
Motorları maviliklere süreceğiz...”