Tıpkı Türk kasaba ve köylerinden geçer gibi, aşina olduğum, o eksik, o yılgın, yorgun evlerin önünden uzayıp giden tozlu yollardayım.
Derme çatma yapıların kimi teneke kaplı, kimi çıplak; kapının mutlaka kapatılması gereği ile ve yamalı bir örtü ile, sokak ilişkisi sözümona engellenmiş;  viran ve en az sahibi kadar yorgun ve çatısı yan yatmış evler… 
Bakımsız duvarları kendinden boyalı gibi olmuş, kirden gri renk alarak, yer yer dökülmüş, keşke sıva yüzü görmüş olsa da; ‘’sıvası dökülmüş’’ diyebileceğim… 
Öylesi bir cansızlıkta dünyayı görmeyen, üzerine bulut çökmüş camlar; 
Yağmurda, sazlı damından sızan sulara alışkın ev halkı ile barış yapmış, talihine küsmeyi bilmeyen 
….Evler… Evimsiler…
Önünde, dünyanın kaç bucak olduğunu bilmeden, koşturup oynayan ve asıl kendisinin ne kıymetli bir can olduğundan bihaber, kendinden daha değerli güdülen sevgili ineğini rahatsız etmeden, sokak oyunlarına dalmış, her şartta yüzleri her daim gülen mutlu çocuklar…
Yazık ki, ülkeme benzerliği bir noktada kopuyor. Dağ gibi, tepe gibi, şaka değil; metrelerce yükseklikte çöp yığınları ile  mekanlar, dekoratif bir bağ oluşturmuşlar.
Bunca çöp içinde nasıl bir nefes bulmuşlar şaşılır. Bu çöpler, evlerin girişine kadar sokulmuş, hilafsız çöp içinde çöplü bir yaşam bulunmuş.
Su hiç mi yoktur, az mıdır, pahalı mıdır, çözemediğim; bir kovası ile bile yüzü gülebilecek taşlıklarda, bahçelerde bu çöplerden duvarlar oluşmuş. 
Öğrendik ki, birçok evde tuvalet yokmuş. İnanmazsınız… Sokaklarda ihtiyaç gideriyorlar. Şöyle bir deyiş varmış:
Hindistan’da öpüşmek yasak, işemek serbest! 
Gerçekten de orada burada, fazla sakınmadan, kaçınmadan çişlerini yapan insanları gördükçe, şaşkınlığım arttı.
Böyle yıkanmamadan, paklanmadan, bir tozun, pisin idrarın içinde nasıl yaşanır derken….
Birden, o  çöpler arasından, uzaktaki bir kir bulutu içinden,  bir kadın çıkıyor.
Kadının yüzü kara, kadının yüzü buruşmuş, kadının elleri bitmiş, dişsiz ağzının kenarı başörtüsü ile kapanmış… 
Aman Allahım! O üzerindeki ne renk cümbüşü! 
O nasıl bir çingene pembesidir ki, ömrümde görmediğim kadar parlak bir hardal sarısı ile sarmalanmış! Sanki bir fotoğrafmış gibi, dekora  sonradan kondurulmuş suni bir öğe gibi öylesine aykırı bir şekilde, nasıl bir tezat yaratmakta?
Hemen yanındaki bahçeden bir başkası çıkıyor. Böyle parlak bir yeşili, ben hiç mi görmemişim? Nasıl bunca canlanmış da, yerlere kadar uzanıp, alev kırmızısına dolanmış, bu nasıl güzel bir eşlik olmuş? 
O da yetmemiş, sapsarı altından kabartma motifleri, her yeri bezemiş de bezemiş. Ben bu renklerin, bu kadar canlı ve  güzel tonlarını hiç mi görmemiştim bu güne kadar?
Bunlar, pazara, çapaya, ortalık süpürmeye giden kadınlar. Bu rengarenk şıklık düğünlük derneklik, yabanlık desem değil. Kapısını süpürürken, yemek yaparken, çamaşır asarken, pazara giderken giydiği…. Günlük giysileri bunlar! 
İnanılır gibi değil!
İnsanlar, fakir… İnsanlar fukara… İnsanlar yorgun, mutsuz, işsiz ama ille de doğanın en can alıcı, en buyurgan, en çılgın renkleri. Portakal renkli sariler, limon sarılı şallar, üzüm morları, kırmızı, yeşiller, yeşilleri hiç görülmedik renkleri…
Belki de derin ormanlarında olan , bilinmez bir bitkinin yaprağı, çiçeği.. Ondan görmemişimdir bu kadar güzelini. Morların en güzelleri. Böylesi mavi yok dedirten renk cümbüşüne sarınmış gezen Hintli insanlar. 
Gökkuşağı vallahi kıskanır.
Ben ömrümde böyle bir çelişki, böyle bir zıtlık görmedim.
ve Hindistan’ın bu yüzüne bayıldım.