Bağdat’ta bir tüccar, alışveriş yapması için uşağını pazara yollar. Bir süre sonra uşak, yüzü kireç kesilmiş bir halde, titreyerek geri dönüp şunları söyler:

“Efendim, tam pazar yerine varmıştım ki, kalabalıktan bir kadın beni itip kaktı, dönüp bakınca beni itenin ölüm olduğunu gördüm. Bana bakıp tehditkâr bir hareket yaptı. Şimdi bana ödünç bir at verirseniz bu şehirden ve kaderimden kaçacağım. Samarra’ya gideceğim. Ölüm beni orada bulamaz.”
Bunun üzerine tüccar, atını adama ödünç verir. Uşak, ata binip mahmuzlarını hayvanın sağrısına geçirir ve dörtnala çekip gider.
Sonra tüccar pazar yerine iner, kalabalığın arasında Ölüm’ü görünce yanına sokulup, “bu sabah uşağıma niye tehditkâr davrandın?” diye sorar.
Ölüm konuşur: “Tehditkâr bir hareket değildi o, sadece şaşkınlığımın bir ifadesiydi. Onu Bağdat’ta görünce şaşırdım, çünkü onunla bu akşam Samarra’da bir randevumuz var!”
Samarra’daki Randevu hakkındaki bu ünlü hikâye düşünürlere esin kaynağı olmuştur hep.
Bu hikâye çoğu zaman, kaderden kaçılamayacağı şeklinde yorumlanır. Ancak hikâyenin kahramanı tam da kader sandığı bir şeyden kaçtığı için onu bir kadere dönüştürmüştür.
Tuhaf bir paradokstur bu: Kaçmaya başladığın an seni kovalayan avcılar yaratırsın.
Bir kehanete inandığın ölçüde o kehanet yaşamına egemen olur.
Sanki rüya âlemi, uyanıkken gördüğümüz âlemin yerine geçer ve kendi rüyamızın hakikatine doğru ilerleriz.
Tarih boyunca, insanların bazıları “kader” denen şeyden atların ayakları üzerinde kaçmayı, bazıları karanlık mağaralarda bir ölü gibi sessiz ve hareketsiz kalarak ondan saklanmayı, bazıları da “kader” inancının karşısına daha büyük bir inançla çıkarak –örneğin Tanrı’yı yardıma çağırarak- onunla mücadele etmeyi seçmişlerdir. 
Tüm bu farklı yöntemlere rağmen neden her defasında kaderine boyun eğer insan?
Neden “kader” denen şeyden kurtulmak imkânsız görünür?
Kurtulmanın imkânsız olduğunu bile bile niçin kaderden kurtulmak için çırpınırız?
Neden tam da ondan kaçtığımız, saklandığımız ya da onunla mücadele ettiğimiz sırada bizi yakalar kader?
Bu sorulara “Lacancı” bir cevap vereceğim: Hakikat, bir yanlış –tanıma- anlamadır.
Uşak, Samarra’ya sürerken atını, aslında kaderinden kaçmamakta, aksine kader sandığı o hakikatin üzerine gitmektedir.
Süreci bizatihi kaçma eylemiyle başlatan kendisidir.
Dış dünyanın gerçekliğinden, o gerçekliği yanlış yorumlayarak kopmuştur. Bu çatallanma, bir ok gibi zamanla hedefinden iyice sapacak ve sonunda kendini vuracaktır.
Tıpkı Oidipus mitinde olduğu gibi…  
Oidipus’un babasına, oğlunun büyüdüğünde onu öldüreceği kehanet edilir. Baba, bu kehanete bir kader gibi inanır. Oğlunu karanlık bir ormanın derinlerinde bırakıp kaçar.
Aslında oğlundan değil, kaderine dönüştürdüğü o kehanetten kaçmaya çalışmaktadır.
Aradan yirmi yıl geçer ve baba, bir gezi sırasında kavgaya tutuştuğu genç bir erkek tarafından öldürülür.
Genç erkeğin adı Oidipus’tur. 
Ne oğul babasının canını aldığını bilmektedir, ne de baba oğlunu tanımaktadır.

Peki, içinden kurtulamayacağımızı bile bile neden ağlarını örmesine izin veririz kaderin?
Bu sorunun yanına, konuyla hiç ilgisi yokmuş gibi görünen bir başka soruyu eklememe izin verin: 
Totaliter olduğunu bildiğimiz bir iktidara neden itaat ederiz?
Gerçeği çarpıtarak iktidarını yeniden ve yeniden üreten bir totaliter ahlakın, kaderci bir inançla pek çok ortaklığı olduğunu düşünürüm. Her ikisi de hakikatini bir yanlış anlama üzerine inşa eder, her ikisi de mistik ve hatta travmatiktir, her ikisi de yaşamı sınırlar ve sonunda insanı kurguladığı o yaşamın tutsağı eder.
At üstünde Samarra’ya yol alan uşağın zihninde artık yaşamdan çok ölüm olacağı bellidir. Tebai şehrinin kralı ve Oidipus’un babası da yaşamayı değil ölmeyi seçmiştir oğlunu ormanda terk ederek...
Uşak ve kral, efendi-köle mücadelesinde biri kaybeden diğeri galip iki köle, seçimleriyle bir kere değil, her gün ölmeyi kabullenmiş görünür. 
Tıpkı totaliter bir iktidara boyun eğen bir topluluk gibi…
Son kertede böylesi bir kadercilik, tek başına bir anlam ifade etmez; fakat krizlerden beslenen, tutarsız, yanılsamalarla dolu ideolojik bir dünyada kaderciliği anlamak daha kolaydır.
Zizek’in ağzından konuşacak olursam, “kadercilik, bizim kendi ideolojik sistemimizin tutarsızlığını yamamanın bir yolu,” olmalıdır.