“12 Eylül 1980; yalnızca askeri bir darbe değil, milletin iradesini hedef alan, Türkiye’yi içeride ve dışarıda olumsuz etkileyen vesayet odaklarının ortak planıydı. 27 Mayıs 1960 ile başlayan askeri müdahaleler zincirinin en kalın halkası olarak 12 Eylül, tankların gölgesinde siyaseti susturdu, milli iradeyi yok saydı ve küresel güçlerin “istikrar” söylemiyle Türkiye’nin rotasını belirledi.”
12 Eylül 1980 darbesine giden yol aslında 1970’li yılların ikinci yarısında hem iç hem de dış politikada adım adım döşendi. 1970’lerin sonu, Türkiye’de yoğun siyasi kutuplaşma, ekonomik kriz ve güvenlik sorunları ile şekillenmişti. Parlamentoda hükümetler sık sık değişiyor, koalisyonlar kısa ömürlü oluyor, yürütmenin karar alma kapasitesini zayıflatıyordu. Aynı dönemde sağ-sol çatışması ülkeyi adeta bir iç savaş ortamına sürükledi. Üniversiteler, sendikalar, mahalleler ideolojik kamplara ayrılmış; günlük yaşam, siyasi şiddetin gölgesinde şekilleniyordu. 1978 ve 1979’da ölü sayısı yılda bini aşmıştı. Ekonomik tabloda ise yüksek enflasyon, dış borç ve işsizlik hüküm sürüyordu. 24 Ocak 1980 kararları ile ithal ikameci modelden ihracata dayalı modele geçiş hedeflense de siyasi kaos, bu programın uygulanmasını zorlaştırıyordu.
Bu dönemde yalnızca ideolojik çatışma değil, “irtica” söylemi de askeri müdahaleye zemin hazırlayan gerekçeleri arasında yer aldı. 6 Eylül 1980’de Konya’da Milli Selamet Partisi’nin düzenlediği Kudüs Mitingi, on binlerce kişinin katılımıyla dönemin en büyük kitlesel gösterilerinden biri oldu. Mitingde atılan bazı sloganlar ve taşınan pankartlar, darbe planlarını çoktan yapmış olan askeri kanat tarafından “laik düzenin tehdit altında olduğu” iddiasını güçlendirmek için adeta kullanıldı. MGK bildirilerinde de “irtica tehlikesi” vurgusu öne çıkarıldı. Böylece, sol ve sağ arasındaki silahlı çatışmaların yanı sıra, dini temelli bir siyasi yükseliş de darbenin meşruiyet zemini olarak sunuldu. Darbe yalnızca iç dinamiklerin sonucu elbette değildi; Soğuk Savaş’ın sert iklimi Türkiye’yi doğrudan etkiliyordu. NATO’nun güney kanadında yer alan Türkiye, ABD ve Batı için stratejik öneme sahipti. İran’daki 1979 Devrimi, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ve Ortadoğu’daki belirsizlikler, Washington’un Türkiye’de siyasi istikrarı öncelikli mesele olarak görmesine yol açtı. ABD’nin Ankara Büyükelçisi James Spain’in anılarında belirttiği üzere, darbe öncesinde Washington’da “Türkiye’nin istikrara kavuşması” gereği sıkça dile getiriliyordu. 12 Eylül, küresel odakların Türkiye üzerindeki hesaplarının da bir aracıydı. “İstikrar” bahanesiyle meşrulaştırılan darbe, hem bölgesel denklemlerde Batı’nın çıkarlarını korumaya hem de Türkiye’nin siyasi rotasını belirlemeye hizmet etti. Böylece, milli iradenin önü yalnızca içerdeki vesayet mekanizmalarıyla değil, uluslararası güç dengelerinin dayattığı sınırlarla da kesildi. Darbenin ardından gelen hızlı tanıma ve ekonomik destek, bu dış onayın en açık göstergesiydi.
Sonuçta içerideki siyasi kaos, dışarıdaki jeopolitik dengeler birleşti ve hem içerde hem de dışarıda darbenin zemini hazırlanarak 12 Eylül sabahı Türkiye askeri müdahaleye açık hale getirildi. 12 Eylül sabahı devlet televizyonundan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve kuvvet komutanları emir-komuta zinciri içinde yönetime el koyduklarını duyurdu. Parlamento feshedildi, siyasi partiler kapatıldı, anayasa askıya alındı. Yerine geçici anayasal düzenlemeler getirildi. Milli Güvenlik Konseyi yasama ve yürütme yetkilerini üstlendi. Darbe, hukukun üstünlüğü ilkesini askıya aldı. Sıkıyönetim mahkemeleri kurularak olağan yargı süreci devre dışı bırakıldı. İdam cezaları hızla infaz edildi; 50 kişi asıldı, yüzlerce kişi işkence gördü. 1982 Anayasası, temel hak ve özgürlükleri kısıtlayan hükümler içerdi. Bu süreç, Türkiye’de askeri vesayetin hukuk üzerindeki gölgesini uzun yıllar hissettirdi. İlk günlerde geniş çaplı gözaltılar başladı; kısa sürede yüz binlerce kişi fişlendi, on binlerce kişi tutuklandı. Darbe, kısa vadede siyasi istikrarı sağladığı iddiasıyla meşrulaştırılsa da uzun vadede Türkiye’nin demokratikleşme sürecine derin yaralar açtı. 12 Eylül, yalnızca bir iç güvenlik müdahalesi değil, milletin iradesine karşı planlı bir vesayet hareketiydi. Halkın sandıkta tecelli eden tercihi, bir gecede askeri emirle yok sayıldı. Seçimle gelen yöneticiler, meclis ve siyasi partiler, tankların gölgesinde devre dışı bırakıldı. Darbe, milli iradenin üzerine inen bir vesayet zinciri olarak, demokratik sürecin askeri güç tarafından kolayca kesintiye uğratılabileceğini tüm açıklığıyla gösterdi.
1960’ta Demokrat Parti iktidarını deviren 27 Mayıs darbesiyle başlayan askeri müdahale geleneği, 1971 muhtırası ile kurumsallaşmış, 12 Eylül 1980 darbesiyle ise en sert ve kalıcı biçimine ulaşmıştır. 27 Mayıs, yeni bir anayasa ile askeri vesayetin anayasal zemine yerleşmesini sağladı; 1971 ise hükümet üzerinde açık bir “ayar” mekanizması yarattı. Ancak 12 Eylül, bu zinciri pekiştirerek yalnızca mevcut iktidarı değil, tüm siyasi partileri, liderlerini ve sivil siyasetin temel kurumlarını ortadan kaldırdı. Darbenin ardından 1982 Anayasası ile askeri vesayet, Milli Güvenlik Konseyi ve devamında Milli Güvenlik Kurulu gibi organlar üzerinden anayasal güvence altına alındı; MGK’nın tavsiye kararları fiilen bağlayıcı hâle getirildi. Askerî yargı, Askerî Yargıtay ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi gibi kurumlar aracılığıyla sivil siyasetin üzerinde yargısal denetim yetkisi kazandı. Sendikal ve mesleki örgütlenmeler kanunlarla sıkı denetime alındı. Böylece askeri vesayet, yalnızca bir kriz döneminin geçici müdahalesi olmaktan çıkıp, anayasa, yasalar ve bu kurumsal yapılar aracılığıyla siyasal hayatın kalıcı bir unsuru hâline geldi. 1960 ve 1971 darbeleri de demokrasiye müdahale niteliğindeydi ancak 12 Eylül’ün farkı, kapsamı ve kalıcılığı oldu. 12 Eylül, yalnızca mevcut iktidarı değil, tüm siyasi partileri ve liderlerini tasfiye etti. Böylece sadece hükümet değil, siyasetin tüm kurumsal yapısı ortadan kaldırıldı. Ayrıca 1982 Anayasası ile sivil-asker ilişkileri, yürütme lehine ve özgürlükler aleyhine kalıcı biçimde yeniden düzenlendi. 12 Eylül, toplumsal hafızada derin izler bıraktı. Korku kültürü yaygınlaştı; ifade özgürlüğü, örgütlenme hakkı ve basın özgürlüğü ciddi biçimde daraldı. Sendikal hareketler ve öğrenci örgütleri bastırıldı, işçi hakları geriledi. Siyasi yasaklar, 1987’ye kadar sürdü; bu da siyasal rekabetin doğallığını bozdu. Kısa vadede şiddet olayları sona erdi; uzun vadede ise demokratik kültürün zayıflaması, 1990’larda tekrar istikrarsızlığın yükselmesine zemin hazırladı.
12 Eylül’ün karanlık mirasıyla hesaplaşma, 2010 referandumu sonrasında atılan adımlarla ve özellikle 2012 yılında darbenin mimarlarının yargı önüne çıkarılması ile yeni bir boyut kazandı. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın kararlı girişimleri yıllarca dokunulmaz sanılan darbecilerin hesap vermesini sağladı. Geç de olsa adaletin tecellisi, toplumun vicdanında büyük bir rahatlama yarattı ve millet iradesinin geri döndürülemez bir biçimde merkezde olduğunu gösterdi.
12 Eylül’ün en kalıcı siyasi mirası, 1982 Anayasası ile kurumsallaştı. Darbecilerin vesayetçi anlayışını yansıtan bu anayasa yürütmenin güçlendirilmesi, yasamanın zayıflatılması, siyasi partilerin örgütlenme özgürlüğüne getirilen katı sınırlamalar ve askeri bürokrasinin Milli Güvenlik Konseyi üzerinden siyasete etkisini sürdürmesi, gibi uygulamalarla bir çok alanda millet iradesinin önüne duvarlar ördü. Ancak yıllar içinde yapılan anayasa değişiklikleriyle bu vesayetçi miras kısmen budandı, demokratikleşme yolunda önemli adımlar atıldı. Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde gerçek bir sıçrama, ancak sivil iradenin ürünü olan, katılımcı, özgürlükçü ve toplumsal mutabakata dayanan yeni bir anayasa ile mümkündür. Bu nedenle bugün sivil bir anayasanın hazırlık çalışmaları hem darbenin izlerinin silinmesi hem de millet iradesinin tam anlamıyla hâkim kılınması bakımından önem taşımaktadır.
12 Eylül’ü hatırlamak, yalnızca tarihin karanlık bir gününü anmak değil, geleceğin demokratik temellerini inşa etme iradesini de ortaya koymaktır. Bugün 12 Eylülleri unutmamak darbelerin bir daha asla yaşanmaması için en güçlü teminattır.