Osmanlı Devleti, son yüzyıllarında nafile çabalarla çöküşten kurtulmaya çalıştı. Bu çabaları başarısız olsa da Kurtuluş Savaşı’nın verilebilmesine ve Cumhuriyetin kurulabilmesine imkan sağladı. Aslında bilenen adıyla Tanzimat (Gülhane Hattı Hümayunu) Fermanı, bozulan düzeni yeni baştan düzeltmeyi ve Osmanlı ahalisi arasında fark gözetmemeyi amaçlamaktaydı. Ancak millet sistemi çerçevesinde yüzyıllarca yan yana ama ayrı kompartımanlarda yaşayanların ortak bir kimlik etrafında birleşmesi mümkün değildi. Bununla birlikte bu denendi. Birinci Meşrutiyet ve onun egemen düşünce yapısı olan Osmanlıcılık, farklı etnik ve dinsel kökenlerden gelen insanların parlamentoda temsil edilerek sisteme entegre edilmeleri, böylece de ayrılıkçı amaçlardan vazgeçecekleri umudunu kapsamaktaydı. Osmanlıcılık düşüncesinin bir diğer adı da ittihad-ı anasır idi; yani dini ve etnik unsurların birliği.

Birinci Meşrutiyetin anayasası olan 1876 Anayasasının 8. Maddesi, “Devleti Osmaniye vatandaşı olan fertlerin tümüne hangi din ve mezhepten olurlarsa olsunlar istisnasız Osmanlı olarak tanımlanırlar…” demektedir.

Bir geleneksel imparatorluk olarak din ve mezhep ayrımı gözetmeksizin halkın tümünü Osmanlı olarak tanımlamak, “hayali” bir millet yaratmak anlamına geliyordu. Bir “hanedan” adını millet yerine koymak elbette gerçekçi değildi. Günümüzde de kendini “Osmanlı torunu” olarak tanımlayanlar var. Hanedan aidiyetinin değil, milliyet aidiyetinin gerçekçi olduğunu söylemek gerekir. Avrupa’da örneğin kendini Habsburg torunu, Burbon torunu olarak tanımlayana rastlamazsınız. Hanedan ailesine mensupsanız o ayrı elbette. Nasıl o dönemde Osmanlı milleti tanıtımı gerçekçi değildiyse bugün de Osmanlı torunu olmak o ölçüde gerçekçi değil. Ancak şüphesiz Osmanlı tanımı geniş ve kapsayıcı bir tanımdı. Aslında kendini Osmanlı torunu olarak görmek aidiyet tanımında yaşadığımız sorunun açık bir göstergesidir. Batı dünyası, özellikle Batı Avrupa 500 öncesinden beri biraz sancılı bir şekilde de olsa dini kimliklerden milli kimliklere geçtiler. Bu geçiş, Fransız Devrimi sonrasında daha da yaygınlaştı. Milli kimliklerin, milliyetlerin ortaya çıkışı ulusal egemenlik ve demokrasiyle birleşti. 

1924 Anayasası’na kadar kimlik aidiyeti meselesi yine tartışmalıydı. Örneğin Kurtuluş Savaşı sırasında Birinci Meclis’te bu konu tartışılmıştı. Birinci Meclis’te farklı etnik kimliklerin Türk ortak kimliği ile tanımlanmasının benimsemediği, bunun yerine birleştirici kimlik olarak İslam kimliğine daha yakın olunduğu görülmektedir. Nitekim Meclis’te 1 Mayıs 1920 tarihinde Kastamonu milletvekili Yusuf Kemal (Tengirşenk) Bey’in yaptığı Türklük vurgusuna Sivas milletvekili Emir Paşa’nın itirazı tartışmalara neden oldu. Emir Paşa’nın ortak kimlik olarak Türklük vurgusunun yapılmaması, onun yerine Müslümanlık ve İslamiyet vurgusu yapılması isteği itirazlara yol açtı. Yusuf Kemal Bey’in Türk derken İslam anlamında kullandığı, Emir Paşa’nın bu ifadeyi çarpıttığı şeklindeki itirazlar arasında, Emir Paşa sözlerini zorlukla tamamladı. İtirazlar sonrasında Emir Paşa sözlerini yumuşattı ama fikrinden de geri adım atmadı. Uzlaşma sağlama görevi Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa’ya düştü. Aşağıdaki cümleleri genel olarak akademik camiada bilinen cümleler olmakla beraber, Emir Paşa’nın sözleri neticesinde Meclis’te uzlaştırma amacıyla söylendiği pek de bilinmemektedir:

MUSTAFA KEMAL Pş. — Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasiyle bir iki nokta arz etmek isterim: Burada maksudolan ve Meclisi Âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Lâz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasırı islâmiyedir, samimî bir mecmuadır.

Atatürk, bağımsızlık savaşı mücadelesinden iç mücadeleye düşmemek adına tartışmayı ertelemiş, orta bir yol bulmuştur. Ancak görüldüğü üzere kimlik meselesinin belirsizliği halen tüm sıcaklığı ile sürmekteydi. Burada da Osmanlı kimliği gibi –biraz dini kimlikle daraltılsa da- geniş kapsamlı bir kimlik tanımlaması söz konusuydu. Yürütülen bağımsızlık mücadelesi, gayri Müslim unsurları dışarıda bırakmış, dini bir kimlik ağır basmıştı.

Cumhuriyet’le ve devrimlerle beraber, dini kimlikten seküler/laik bir milli kimliğe geçiş –Batı’dan bir hayli geç olsa da- Türkiye’de de başladı. 1924 Anayasası tartışmalarında ve Anayasanın Türk tanımında bunu görmek mümkündür. 1924 Anayasası tartışmaları sırasında bugün de tartışılan Türklük ve Türkiyelilik kavramları da ele alınmıştır. Anayasanın 88. Maddesi Türk kavramını tanımlar:

Madde 88: Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın Türk adı verilir…

Yapılan tanım bütün etnik ve dinsel unsurları içeren, asimilasyoncu değil entegre edici bir kapsayıcılıktadır. Mart 1924 tarihinde Meclis’te yapılan anayasa tartışmaları sırasında Mersin milletvekili Niyazi Bey, ülkeye Türkeli denilmesini, Konya milletvekili Naim Hazım da ahaliye Türkiyeli denilmesini önerdi. Her iki öneri de kabul edilmedi.

Anayasa’da tanımını bulan ifade aslında Atatürk’ün de farklı zamanlarda kullandığı ifadelerle örtüşmektedir:

"Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir" (1925).

“Millet, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği siyasal ve sosyal topluluktur” (1930).

“Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu,Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın (milletin) evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır” (1932).

Yukarıdaki tanımların hiçbirinde etnik ve dini kimliğe vurgu yok. Son ifade geçen ırk tanımı ise millet karşılığı kullanılmıştır. Tıpkı İstiklal Marşı’ndaki gibi…

Türk kavramı etnik kimlik olmanın ötesinde ortak milli kimlik olarak, kapsayıcı bir kimlik olarak kullanılmıştır. Bilindiği üzere iki tip milliyetçilik anlayışı var. Biri yurttaş temelli Fransız tipi milliyetçilik, diğeri ırk temelli Alman tipi milliyetçilik. Atatürk başta olmak üzere Cumhuriyetin kurucuları bütün etnik ve dinsel unsurları kapsayıcı, ümmetten millete geçişi amaçlayan laik bir milliyetçilik hayal ettiler.

Cumhuriyetin 100. Yılına girerken seçimler öncesinde yapılan tartışmalar kaygı verici. Oysa Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı mirası üzerine kuruldu. 1774 Küçük Kaynarca’dan beri içeriye göç aldı. Kırım, Balkanlar ve Kafkasya’dan… Toplamda 1927’de ülke nüfusunun 13,6 milyon olduğu dikkate alınırsa, 1774-1923 arasında 150 yılda gelenlerin toplam sayısı 5 milyon. 5 milyon kişi de o topraklarda katledilmiş. Anadolu’nun homojenleşmesine imkan sağladı gelenler. Diğer taraftan gelenlerin gidecekleri tek vatan toprağı da burasıydı. Kurtuluş Savaşı da bu temeller üzerine inşa edildi. O ölüm kalım savaşı ondan verildi. Kıymetini bilmek gerek. Seçimler öncesinde Tito artığı tartışmaları, parlamentoda Çerkes, Roman gibi teknik kimliklerin temsil edilmesine ilişkin taleplerin bizi çağdaş ve demokratik kılmayacağı açık. Batı’da demokrasi ve siyasal mücadeleler sınıfsal, sosyal ve ekonomik. Birinci ve İkinci Meşrutiyet parlamentoları bizde dinsel ve etnik kimlikler üzerine oluşmuştu büyük ölçüde. Bunun sağlıklı bir temel oluşturmadığı geriye dönüp bakıldığında apaçık ortada. Batı’da demokrasilerin ortaya çıkışı yürütmenin gücünü kısıtlamak, temsiliyet olmadan vergi konulamayacağı meselesinden yola çıkarak gelişmişti. Aksi tablonun çok kanlı olabileceğini hem Osmanlı tarihinden ve hem de yakın dönem Lübnan tarihinden görmek mümkün.

İkinci Meşrutiyet’te İttihatçılar II. Abdülhamit’i devirip, mutlak monarşiyi meşruti monarşiye çevirdiklerinde, “hürriyet devrimi”ni yaptıklarında her sorunu çözeceklerini sandılar. Hayaller başkaydı ama gerçekler başka oldu. Devletin dağılmasını önleyemediler. Gerçi II. Abdülhamit de muhtemelen dağılmayı engelleyemezdi. Bugün de dertlerin çözümünü, sihirli değnek olarak sistem değişikliğinde görmek basit kaçabilir. Mehmet Akif demişti ya;

“Hadi gel yıkalım şu Süleymaniye'yi desen,

İki kazma kürek, iki de ırgat gerek.

Ancak, hadi gel yapalım şunu geri desen,

Bir Sinan, bir de Süleyman gerek.” 

Bunu hem 2017’de sistem değiştirenlere ve hem de yeni sistem peşinde olanlara hatırlatmak isterim bir tarihçi olarak. Neyi değiştirirseniz değiştirin önce ortak milli kimlik üzerinde bir mutabakat sağlanmalıdır. Bu ne dini kimlik olmalı ne de Türkiyeli kimliği. Bu, bütün etnik ve kimsel kimlikleri kapsayan, kimlikleri bir alt kimlik olarak tanıyan ve ama onların birer alt kimlik olmaktan öteye geçmesine izin vermeyen ortak Türk kimliği olmalıdır. Üstelik siyasetin merkezi de dini ve etnik kimlikler değil, özgürlükler, sınıfsal, sosyal ve ekonomik sorunlar, ülkenin kalkınması, bir refah toplumu yaratılması ve toplumsal barış olmalıdır. İlave olarak Cumhuriyetin ikinci yüzyılında artık Cumhuriyetin kurucu değerleri ve başta Atatürk olmak üzere Cumhuriyetin kurucuları gündelik siyasetin tartışma alanı olmaktan çıkarılmalıdır.

Bu düşüncelerle Ramazan Bayramı ile Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını kutlarım.