Geçtiğimiz günlerde Nobel ödüllü iktisatçı Daron Acemoğlu, Atatürk hakkında Fatih Altaylı'nın YouTube kanalında şunları söyledi:

“Atatürk, o sırada politik sistemi açabilmek gibi bir elinde opsiyon olmasına rağmen tam tersini yapıyor. Elinde gücü merkezileştirmeye çalışıyor. Yani mümkün müydü gerçekten daha demokratik bir şey olması? Belki de mümkündü. Niye? Çünkü Osmanlı'dan başlayarak, yani Birinci Dünya Savaşı'ndan önceki parlamentolara bakarsanız daha çoğulcu bir sistem var.

İlk, İstiklal Savaşı sırasında bile var. İyice şeyini, Atatürk eline geçirmeden önce. Ve Atatürk tabii ki bunu yapmasının nedeni belki öbür türlü savaşın efektif olmayacağını mı düşündü? Ama aynı zamanda nereden geldiği de önemli.

İttihat ve Terakki Partisi'nden geliyor ve İttihat ve Terakki Partisi... İttihat ve Terakki bir kurum olarak, bir düşünce olarak tabii ki demokrasiye çok yakın değil. Çok yukarıdan ve onun dışında bir sistem olsa, özellikle, daha muhafazakar kesimi biraz daha sistemin içine almanın başka bir yolu var mı? Önemli olan bu konu. Çünkü yani sonuçta halka bir şeyi empoze edersen bu sonunda geri tepiyor. Yani bunun başka hiçbir yolu yok. Hiçbir yerde biz bunu empoze ettik de geri gelmedi yok.

Bazı şeylerde çok o empoze, çok özel zamanlarda olursa, örneğin işte Fransa'da Napolyonik şeyler, savaşlar zamanında, savaştan dolayı belki geçiyor. Ama onun dışında hemen hemen hiç örneği yok. O yüzden daha baskıcı değil de daha çoğulcu bir şekilde yapmanın mümkün olduğunu düşünüyorum ben o zamanki reformların. Ve o yüzden ve bunun da çok büyük bir önemi var. Çünkü Türkiye'nin demokrasisinin problemini ben başından beri sivil toplumun çok zayıf ve gücün de devleti kim kontrol ediyorsa elinde merkezileşmesi. Atatürk'e de geri gidiyor".

Acemoğlu’nun söylediklerini tartışmadan önce Acemoğlu hakkında bir şeyler söylemek isterim. Geçen ay içerisinde Nobel Ekonomi Ödülü’nü “kurumların nasıl oluştuğu ve refahı nasıl etkilediği konusundaki çalışmalarından dolayı” Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James A. Robinson aldı. Tarihi dönemleri ve süreçleri anlama noktasında Ulusların Düşüşü ve Dar Koridor gibi kitaplarıyla büyük katkı sağlayan bir isim Acemoğlu ve arkadaşları. Onların analitik bakışlarının benzerlerini Marx, Weber, Tofler, Niall Ferguson, Barrington Moore ve Mehmet Genç gibi büyük isimlerde görürüz. Tüm tarihsel dönemlere bu isimlerin perspektiflerinden katmanlı olarak baktığımızda büyük faydalar sağladıkları görülür. Bu noktada Acemoğlu da benim yararlandığım isimlerden. Ancak bu isimlerin sadece biriyle tarihi açıklamaya kalkmak ne kadar anlamsızsa onları görmezden gelerek tarihi anlamaya çalışmak da o kadar anlamsız. Hepsini ve daha başkalarını da (Doğan Avcıoğlu, Niyazi Berkes) tarihi anlama çabamız için çoklu olarak kullanmalıyız.

Acemoğlu, Fatih Altaylı ile olan konuşmasının benzerlerini aslında Ulusların Düşüşü kitabında da tekrarlıyor. Altaylı ile olan konuşmasını yukarıya aldım. Üzerinde durmak istediğim kısımları da koyu ile işaretledim. Küresel ölçekte analiz yapanların ulusal ölçekte hatalara düşmeleri şaşırtıcı olmaz. Bu Acemoğlu’nun değerini elbette düşürmez. Ancak onun değeri, ona eleştirel bakmamıza da engel olmaz. Herşeyden önce Acemoğlu liberal bir perspektifle ve Batı açısından dünyaya bakıp analiz ediyor. Örneğin Batı dışı toplumların modernleşme süreçlerindeki devrimci yöntemleri görmezden geliyor.

Kreşler neden önemli? Kreşler neden önemli?

Konuşmasında geçen Atatürk için kullandığı “Elinde gücü merkezileştirmeye çalışıyor” ifadesi şüphesiz bir gerçeği ifade ediyor. Ancak burada birkaç şeye değinmek gerek. Öncelikle merkezi devlet otoritesi oluşturmak sadece Atatürk’ün değil II. Mahmut’tan beri bütün modernleşmecilerin çabası. Bu II. Abdülhamit’te de İttihatçılar’da da böyleydi. Onlar dağılmakta olan imparatorluğu merkezileştirerek modernleştirme ve dolayısıyla kurtarmanın peşindeydiler. Bu noktada II. Mahmut’un ayanlarla yürüttüğü mücadele ve hemen arkasından ayrılıkçı-milliyetçi akımlara karşı direnç gösterme kısmını vurgulamalıyız. Ancak Osmanlı Devleti, Fransız ve Sanayi devrimleriyle Rus baskısı başta olmak üzere emperyalist güçlerin baskılarıyla başa çıkamadı. Modernleşme çabası imparatorluğu kurtaramasa da önce Meşrutiyetin ilanına ardından Milli Mücadele’ye ve en sonunda da Cumhuriyetin kurulabilmesine imkan sağladı. Batıdan farklı olarak değişimin öncüsü aristokrasi ya da burjuvazi gibi sınıflar değildi; bürokrasiydi.

Tam bağımsızlığı elde etmek için girişilen Milli Mücadele’nin ardından, bağımsızlığı korumak ve daimi kılmak için çağdaşlaşma hareketine yönelen Türkiye’de bağımsızlığı sağlayan Müdafaa-i Hukuk hareketi ve çağdaşlaşmaya yönelen de Müdafaa-i Hukuk hareketinin dönüşümüyle ortaya çıkan (1923) Halk Fırkası oldu. Halk Fırkası Tüzüğünün birinci maddesi, ulusal egemenlik kavramının hakim kılınması (demokrasi), Türkiye’nin çağdaş bir ülke haline getirilmesi ve her şeyin üzerinde kanun üstünlüğünün sağlanması (hukuk devleti) amacıyla kurulduklarını belirtmektedir. Bu amaçları gerçekleştirmek için girişilen köktenci/radikal modernleşme hareketi, barışçı (içeride ve dışarıda) ve laik milliyetçi politikaları benimsedi. Geleneksel kurumları tasfiye ederek yerlerine modern toplumun kurumlarını getirmeye yöneldi. Bunu yaparken bağımsızlık savaşını kazanmanın ve bu savaşın liderinin karizmasını da kullandı. Köktenci ve hızlı değişim, modernleştirici iktidarın yerini sağlamlaştırmasına da bağlıydı. Modernleştirici önderliğin iktidarını sağlamlaştırması da öncelikle orduya egemen olmaktan ve ordunun desteğini almaktan geçiyordu. Nitekim Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanı olması ve Türk Devrimi’nin köktenci eğilimlerinden rahatsız olan Karabekir, Cebesoy ve Bele gibi paşaların ordudan uzaklaştırılarak muhalefetin sivilleştirilmesi (TpCF) ve ardından siyasal yaşamın dışına çıkarılmaları buna imkan sağladı. Çakmak’ın 20 yıllık Genelkurmay Başkanlığı modernleştirici kadronun orduya sırtını dayamasını sağladı. Modernleştirici kadronun bir diğer önemli adımı da din adamlarını kontrol altına almaktı. Normal şartlarda Diyanetin genel idare içerisinde yer alması laiklik açısından hiç şüphesiz sakıncalıdır. Devrimler gerçekleştirilirken ordunun denetim altına alınması ve desteğinin sağlanması gibi, Diyanet de modernleştirici önderliğin kontrolüne alınarak laikleşme, laik bir milli kimlik yaratma politikalarına direnç göstermesi önlemiştir. Fevzi Çakmak’ın 20 yıllık Genelkurmay Başkanlığı gibi Rıfat Börekçi’nin de 17 yıl –vefat edene kadar- Diyanet İşleri Başkanlığında kalması (1924-1941), modernleştirici önderliğin kışlanın ve camiinin desteğini sağlaması noktasında son derece anlamlıdır. Üçüncü kurum da parti genel Başkanlığı ile desteklenmiş Cumhurbaşkanlığıdır. Atatürk’ün yakın arkadaşları, Atatürk’ten Cumhurbaşkanı olmasının ardından siyaset üstü kalmasını ve parti mücadelelerine karışmamasını istemişlerdi. Oysa böyle bir durumda rakiplerinin Başbakan İnönü’yü kolayca alt etmeleri mümkündü ve Atatürk’ün sıradan bir Cumhurbaşkanı olarak devrimleri gerçekleştirmesi de mümkün olmazdı. Dönemin tek partisine genel başkan olarak hakim olmak Atatürk’e büyük bir güç sağlamıştı. Şüphesiz O, Milli Mücadele’nin karizmatik lideri, Halaskar Gazi’si olarak da büyük güce sahipti. Ancak manevi gücü, maddi vasıtalarla desteklemek devrimlerin yapılmasını kolaylaştırmış, çağdaşlaştırıcı kadronun iktidarını pekiştirmiştir.

Bu sürecin sonunda gerçekleştirilen Türk Devrimi ile geleneksel toplumun kurumları tasfiye edilerek modern toplumun kurumları meydana getirildi. Ümmetten millete geçişte önemli bir yol kat edildi. Nitekim kurulan Halk Fırkası’nın tüzüğünün birinci maddesi demokrasi/ulusal egemenlik, çağdaş bir devlet ve toplum yaratma ve hukuk devletini hedef olarak önüne koymuştu. Bunlar ancak devrimci yöntemlerle gerçekleştirilebilirdi. Acemoğlu’nun varsaydığı gibi liberal yöntemlerle ve kendiliğinden gerçekleşmesi mümkün değildi. Yine bu çerçevede devrimci yöntemlerin ardından normalleşme sürecine geçildi ve 1945 sonrasında çok partili hayata geçilerek demokratik yollarla tek parti iktidarının sona ermesi sağlandı. Bu, dünyadaki tek parti yönetimlerinde görülmüş bir uygulama değildi. Atatürk’ün ve Cumhuriyetin kurucu değerlerinin demokrasi ideali, dünyada demokrasilerin gerilediği ve sömürgeciliğin egemen olduğu koşullarda demokrasi idealini hep diri tuttu ve Atatürk’ün yarım bıraktığı demokrasi devrimini İnönü tamamlamadı. Bu, Cumhuriyetin son büyük devrimiydi. Kuvvetler ayrılığına dair kurumsallaşamama Cumhuriyetin eksiği ya da kusuru olarak görülemez. Kuvvetler birliği ve Meclis üstünlüğü sistemi, Atatürk’ün kurucu lider olarak üstlendiği misyonla devrimler yapılabildi; çağdaş bir toplum ve devletin önü açıldı. Bugün gelinen noktada yaşanan sorunlar Cumhuriyetin kurucu değerlerinin sonucu değil, Cumhuriyetin kurucu değerlerinden sapmanın sonucudur.

Birinci Dünya Savaşı'ndan önceki parlamentolara bakarsanız daha çoğulcu bir sistem var”.

Acemoğlu’nun bu ifadesi de tartışmaya açıktır. İkinci Meşrutiyet’in çoğulculuğu çok daha erken bir tarihte 1912 sopalı seçimleriyle ve sonrasındaki Babıali baskınıyla (Ocak 1913) sona erdi. ÜAstelik çoğulcu olarak sözü edilen Osmanlı parlamentosunda çoğulculuk mebuslukların etnik ve dini kimlikler arasında dağıtılması anlamına geliyordu ve bu imparatorluğun dağılma sürecini hızlandırdı. Batı’daki sınıf/sosyal ve ekonomik temelli demokrasinin yerini etnik ve dini kimlikler üzerinden şekillenen sözde bir demokrasi aldı. Günümüzdeki Lübnan ve Irak’daki konfesyonist demokrasinin (gücün etnik ve dini kimlikler arasında dağıtılması) kuvvetler ayrılığı ve çoğulculuk olarak görülmesi de mümkün değildir. Aksine bu, sonsuz çatışmalar döneminin ve istikrasızlıkların çıkış yeridir.   

İlk, İstiklal Savaşı sırasında bile var. İyice şeyini, Atatürk eline geçirmeden önce. Ve Atatürk tabii ki bunu yapmasının nedeni belki öbür türlü savaşın efektif olmayacağını mı düşündü? Ama aynı zamanda nereden geldiği de önemli”.

İstiklal Savaşı’na dair Acemoğlu’nun tesbiti de yerinde değildir. İstiklal Savaşı’nda güç Atatürk’te değil Meclis’tedir. Hatta o dönemde Tarık Zafer Tunaya’nın deyimi ile bir tür “Meclis diktatörlüğü” söz konusudur. Şüphesiz bu dönemde de kuvvetler birliği vardı. Ancak güç Atatürk’te ya da yürütme organında değil yasama organı olan Meclis’te idi. Tarihte Meclis’e dayalı kuvvetler birliği anlayışından diktatörlükler çıkmamıştır. Diktatörlükler yürütme organının kuvvetler birliğini üstlenmesinden çıkmıştır. Dolayısıyla İstiklal Savaşı sırasında Atatürk’ün gücü elinde toplaması ve savaşı daha kolay yürüteceğini düşünmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Tam da bu noktada eğer Acemoğlu’nun dediği gibi olsaydı, Atatürk “önce Meclis sonra ordu” demezdi. Ayrıca Atatürk’ün başkomutanlık yetkilerinin bile üçer aylık sürelerle ve uzun tartışmaların ardından uzatılması, İstiklal Savaşı döneminde gücün Atatürk’te toplanmadığına işaret eder. Acemoğlu bu noktada da yanılıyor. 

İttihat ve Terakki Partisi'nden geliyor ve İttihat ve Terakki Partisi... İttihat ve Terakki bir kurum olarak, bir düşünce olarak tabii ki demokrasiye çok yakın değil”.

Atatürk’ün İttihatçı olduğu tezi su götürür. Başlangıçta İttihatçı olmakla beraber 1909 sonrasında İT ile yollarını ayırdığı bilinen ve açık bir gerçek. Enver Paşa ile yaşadığı sorunlar, ordunun siyasetten elini çekmesi isteği gibi nedenlerle İttihatçılarla erken bir tarihte gerilimli ilişkiler yaşadı. Tam da bu sorunlar kendisinin Anadolu’ya gönderilmesinde tercih edilmesine yol açan nedenlerden biriydi. Hatayı boyunca demokrasi ideali ile yaşanan, partisinin programına demokrasi idealini koyan, Medeni Bilgiler kitabında ortaokullarda demokrasiyi anlatan, demokratik bir rejim kuramamaktan utanç duyan bir yönetimin demokrasiye yakın olmadığını söylemek yine gerçeklerle bağdaşmıyor.

“O yüzden daha baskıcı değil de daha çoğulcu bir şekilde yapmanın mümkün olduğunu düşünüyorum ben o zamanki reformların”.

Devrimci yöntemler olmasaydı ümmetten millete geçmek mümkün olmazdı. Saltanat ve Hilafet kaldırılmazdı. Cumhuriyet ilan edilmezdi. Laiklik yolunda adımlar atılmazdı. Harf Devrimi yapılmazdı. Hukuk Devrimi gerçekleşmezdi. Kadın haklarını sağlamak mümkün olmazdı. Bu noktada Acemoğlu, bağımsızlık sonrası muhafazakarları olan Karabekir ve Terakkiperver Fırka çizgisine yakın duruyor. 

Çünkü Türkiye'nin demokrasisinin problemini ben başından beri sivil toplumun çok zayıf ve gücün de devleti kim kontrol ediyorsa elinde merkezileşmesi”.

% 90’ı köylü olan, okuryazarlık oranı % 3-5 bandında olan bir ülkede sivil toplum olarak ne çıkabilir? Modern meslek gruplarının (hizmet, serbest meslek, sanayi ve ticaret 1927’de % 7) çok zayıf olduğu, Yusuf Akçura’nın deyimiyle köylü ve memurlardan oluşan bir toplumda sivil toplum, çoğulculuk ve demokrasi nasıl gelişebilir? Ortaya çıkacak olan tarikatların ve cemaatlerin, dini ve etnik kimliklerin siyasallaşmasından ve ülkeyi kan gölüne çevirmesinden başka ne olabilirdi. Nitekim Şeyh Sait, Seyit Rıza bu yapıların temsilcisiydi. Batı dışı toplumlarda toplumdan ilerleme beklemek, bugünün Afganistan’ında Taliban’dan ilerleme beklemekten farksızdır.

Acemoğlu’nun çalışma tarzı ve ilgi alanı liberal ve Batı dünyası temelli bir anlayıştan geliyor. Oysa Batı dışı toplumlarda Batı değerlerini yakalamaya yönelik Batı dışı modernleşme hareketlerinin laik milliyetçi, barışçı ve modernleşmeci/kalkınmacı idealleri ve Batıyı yakalama çabaları üzerine Acemoğlu’nun sanırım biraz daha kafa yorması gerekiyor.