İkinci Meşrutiyet dönemi, Tarık Zafer Tunaya tarafından “Cumhuriyetin siyasi laboratuarı” olarak tanımlanır. Aslında İkinci Meşrutiyet, her anlamda Cumhuriyetin laboratuarıdır. Siyasi anlamda Türkiye’deki siyasal partilerin temelini teşkil eden İttihat ve Terakki, dağılmakta olan imparatorluğun ittihadını ve terakkisini sağlamayı amaçlıyordu. Günümüz Türkiye’sinin parti kavgalarının temeli de o yıllara dayanır. Diğer taraftan günümüzün siyasal düşünce akımları da milli bir burjuva sınıfı yaratma politikasının temelleri de o yıllarda atıldı.

İkinci Meşrutiyet yılları, modern Türkiye tarihinde tüm çalkantılı yıllarına rağmen düşünce akımları ve düşünsel zenginlik bakımından tarihimizin en zengin dönemlerinin başında gelmektedir. Ziya Gökalp Türkçü, Mehmet Akif İslamcı, Tevfik Fikret Batıcı fikirleriyle İttihat ve Terakki şemsiyesi altında yer alabilmişler ve devleti kurtarma noktasında fikir üretebilmişlerdir.

1876 doğumlu olan Gökalp, kendisiyle aynı tarihte doğan Yusuf Akçura ile birlikte İkinci Meşrutiyet döneminde belirgin bir kurtuluş yolu olarak ortaya çıkan Türkçülük düşüncesinin iki kurucu babasından biridir. Aralarında bir takım farklılıklar olsa da, her iki isim birbirini tamamlar ölçüde hem döneme damgasını vurmuştur hem de Cumhuriyet döneminin milliyetçilik düşüncesine etki etmişlerdir.

Gökalp, doğumunun 100. Yılında yani 1976 yılında külliyatının Kültür Bakanlığı tarafından yeniden basılmasıyla, makalelerinin derlenmesiyle kendisine yakışır bir şekilde anıldı. Üstelik 1970’lerin ikinci yarısı Türkiye’de sağ-sol çatışmasının, siyasal cepheleşmelerin yoğun olarak yaşandığı bir dönemdi.

1924 yılı, Gökalp’ın vefat ettiği yıl. Tam tarihi 25 Ekim 1924. Vefatının 100. Yılı, doğumunun 100. Yılı kadar Gökalp’a layık değil. Az sayıda etkinlikle anılmaya çalışıyor. Oysa İkinci Meşrutiyet döneminin hayaleti ve tartışmaları –Marx’dan mülhem olarak- halen üzerimizde kol geziyor. Bu noktada Gökalp yine güncelliğini korumaya devam ediyor.

48 yıllık kısa hayatında Türk milliyetçilik düşüncesinin iki kurucu babasından biri olmayı başaran bir isim Gökalp. Üstelik Gökalp ve Akçura, milliyetçilik düşüncesi itibarıyla Atsız’dan çok ilerideler. Atsız, Cumhuriyetin resmi milliyetçilik anlayışıyla mesafeli ve sorunlu iken, Akçura ve Gökalp çok daha uyumlular.

Kimileri Gökalp’ı Türk Devrimi’nin fikri mimarı olarak görse ve hatta Atatürk’ün fikirlerinin babası olarak tanımlasa da, bu abartılı bir önermedir. Şüphesiz Cumhuriyet öncesi dönemde, özellikle İkinci Meşrutiyet yıllarında İttihat ve Terakki’nin ideologu ve merkezi umumi üyesi Gökalp’ın büyük bir önemi vardır. Cumhuriyeti kuran kuşak, II. Abdülhamit döneminin ilk yıllarında doğdu; onlar, İkinci Meşrutiyet yıllarının genç subaylarıydı ya da aydın/bürokratlarıydı. Çoğunluğu Türk Ocağı kökenliydi. Şüphesiz aralarında İslamcı ve Batıcı gelenekten gelenler de vardı. Ancak ana damar Türk milliyetçisi idi. İşte Gökalp da bu isimlerden biriydi.

Atatürk’ün düşünceleri ve yaptıklarının kökenlerini ya da en azından hayal edilmesini, İkinci meşrutiyet yıllarında bulmak mümkündür. Gökalp’ın düşünceleriyle Atatürk’ün düşünceleri ve yaptıkları arasında Türk milliyetçiliğiyle örtüşen noktalarda paralellikler kurmak mümkündür. Bununla birlikte Gökalp’ı Cumhuriyetin/Kemalizm’in en önemli ideologu olarak görmenin imkanı yoktur. Bunun nedeni de Gökalp’ın erken ölümü de değildir. Gökalp ile Atatürk, meşrutiyet ile cumhuriyet, İttihatçılık ve Kemalizm arasındaki farklar bu noktada öne çıkmaktadır. Gökalp kültür ve uygarlık (hars ve medeniyet) farkı olduğunu düşünürken, Atatürk’te böyle bir ayrım görülmemektedir.

Millet kavramının tanımlanmasında, milleti kültürel bir topluluk olarak görme noktasında Atatürk ve Gökalp uyumludur. Dil ve ahlak ortak öğe olarak görülürken, Atatürk dini milleti oluşturan bir öğe olarak görmemektedir. Gerçi Gökalp’ın din tanımında Türk İslam’ı olarak tanımlanabilecek bir değerlendirme söz konusudur. Ancak Atatürk açısından bu da yeterli değildir. Atatürk açısından laik bir milli kimlik tanımı dolayısıyla, din milleti oluşturan öğeler arasında sayılmamaktadır.

Medrese-mektep ayrılığının ortadan kaldırılması, bir başka deyimle düalizme son verilerek öğretim birliğine gidilmesi konusunda Atatürk, Gökalp ile örtüşmektedir. Ancak Gökalp’ın Harf Devrimi’ne yönelik bir önerisi ya da fikri yoktur. Diğer taraftan Türkçe ibadet/Türkçe ezan konusunda bir paralellikten söz edilebilir.

Durkheim, hem Gökalp’ı hem de Atatürk’ü etkileşmiştir. Sınıf çatışması yerine dayanışmacılığı/solidarizmi ve mesleksel farklılaşmayı esas almak ikisinde de Durkheim etkisi olarak görülebilir. Üstelik milli kimlik inşa ederken etnik ve dini kimlikleri aşarak, ümmetten millete geçerken sınıf çatışmasının milletleşmenin önünde bir engel olacağı açıktır. Cumhuriyet ve Atatürk bu noktada devletin düzenleyiciliğini esas almıştır.

Gökalp, Türkiye’de sosyolojinin de kurucu babasıdır. Kendisinin sosyolojik incelemeleri günümüz açısından bile dikkat çekicidir. Gökalp’te ve İkinci Meşrutiyet’te sosyoloji, Atatürk ve Cumhuriyet’te antropoloji ağır basar. Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak düşüncelerinden sonra Türkçülük fikrinde karar kılan Gökalp, muasırlaşmayı/modernleşmeyi ve Türk İslam’ı fikrini Türkçülük düşüncesine eklemlemiştir. Aslında modernleşme/kalkınma fikri Akif’te de Nazım’da da vardır.

Ortadoğu’da devlet kültürü Ortadoğu’da devlet kültürü

Vefatının 100. Yılında yeni anayasa tartışmaları ortasında Gökalp’ı rahmetle ve saygıyla anıyorum. Günümüz sorunlarını anlamanın bir yolunun da İkinci Meşrutiyet dönemini, Gökalp’ı, Akçura’yı, Akif’i, Tevfik Fikret’i, İttihat ve Terakki’yi anlamak/okumak olduğunu hatırlatmak istiyorum. O dönemi anlamak Atatürk’ü ve liderlik ettiği Türk Devrimi’ni anlamayı da kolaylaştıracaktır.

Not:

Erdoğan’ın okuduğu şiir Gökalp’ın mı?

Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken 1997 yılında eşi Emine Erdoğan’ın memleketi Siirt’te okuduğu şiir nedeniyle hapse mahkum oldu. Şiir yanlış olarak Ziya Gökalp’a mal edilmektedir. Erdoğan, "halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik ettiği" gerekçesiyle kendisine açılan dava sonucunda 10 ay hapis cezasına çarptırıldı. Ceza neticesinde Belediye başkanlığı görevinden ayrılarak 26 Mart 1999'da girdiği (Pınarhisar) cezaevinde 4 ay 10 gün kaldıktan sonra 24 Temmuz 1999'da tahliye edildi.

Erdoğan’ın okuduğu şiirde şu ifadelere yer verilmekteydi:

“Minareler süngü, kubbeler miğfer,

Camiler kışlamız, müminler asker”

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığının web sayfasında şiirin Ziya Gökalp’a ait olduğu bilgisi verilmektedir. 1997 yılında ve takip eden birkaç yıl içerisinde şiirin Gökalp’a ait olduğu sıklıkla dile getirilmişti.

Şiirin okunmasından tam 24 yıl sonra Aralık 2021’de Siirt’te yapılan “Demokrasi Konuşmaları, Bir Şiirin Öyküsü” adını taşıyan bir toplantıya Cumhurbaşkanı Erdoğan ve eşi katıldı. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığının web sayfasında toplantıyla ilgili olarak “Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmasına, 24 yıl önce, 1997 yılında Siirt’te düzenlediği bir mitingde okuduğu ve dönemin zihniyeti gereği 1 yıl hapse girmesine neden olan, 1912 yılında Ziya Gökalp tarafından yazılan şiiri okuyarak başladı” (https://www.iletisim.gov.tr/turkce/haberler/detay/cumhurbaskani-erdogan-siirtte-bir-siirin-oykusu-programinda-konustu) denilmektedir. Burada muhtemelen Gökalp’ın Balkan Savaşı dolayısıyla yazdığı “Asker Duası” şiirine göndermede bulunulmaktadır. Ancak Asker Duası’nda böyle bir ifade yer almamaktadır. Üstelik Erdoğan’ın okuduğu şiirdeki ifadeler Gökalp’ın Türk İslam’ı anlayışı ile de pek örtüşmemektedir. Zaten şiir Gökalp’a değil, Mehmet Cevat Örnek’e ait (http://mehmetcevatornek.com/siirlerimiz/ilahi-ordu). İlahi Ordu şiirinin ilk iki dizesi… Dolayısıyla Asker Duası ile İlahi Ordu karıştırılmış durumda. Daha önce çeşitli vesilelerle yapmış olduğum bu düzeltmeyi bir kere daha yapmak isterim.

Tarih enteresan bir alan. Erdoğan’ın bir şiir dolayısıyla mahkum olmasının yanlışlığı bir yana camilerin kışla olarak kullanılması da tarihsel bir gerçekliğimiz. Erdoğan’ın okuduğu şiirindeki camilerin kışla olarak kullanılması, aslında tarihimizde zaman zaman yaptığımız bir uygulamadır. Örneğin İkinci Dünya Savaşı yıllarında (İnönü dönemi) camilerin askeri amaçlı olarak kullanıldığını biliyoruz. Kullanılan camilerin oranı toplam camilere oranı % 10’un altındaydı.