Tarih ne yazık ki siyasal ve ideolojik bakış açılarından arındırılamıyor. Bunlardan biri Lozan’la ilgili idi. 100 yıllık olduğu ve gizli maddelerinin olduğu yıllarca söylendi. Öyle olmadığı devlet yetkililerinin de beyanlarıyla ortaya kondu.

Yıllardır Sevr ile ilgili olarak söylenen bir yalan da var. Sevr’in ölü bir antlaşma olduğu, hatta antlaşma bile değil belge olduğu, Osmanlı parlamentosu tarafından onaylanmadığı için geçersiz olduğu dile getirildi. Bu noktada iki değerlendirme de yapılıyordu. Biri Sevr paranoyasının gereksiz olduğu, onun tarihte kaldığı ile ilgiliydi. Diğeri ise ölü ve geçersiz Sevr’in bize gösterilerek Lozan’a razı edildiğimiz ileri sürüldü ve Sevr geçersiz olduğuna göre Lozan’ın da pek bir başarı olmadığı iddia edildi.

Bugün yeni açılım süreci ya da Terörsüz Türkiye söylemi çerçevesinde Öcalan ve PKK’sı tarafından dile getirilenler Sevr’in ne kadar güncel olduğunu bize bir kere daha gösterdi. Sevr, yüzyıllardır hatta bin yıldır Anadolu’dan atılmak istenen Türklere karşı yapılan son Haçlı Seferi idi. 19. Yüzyılda Hasta Adam olarak tanımlanan ve Şark Meselesi etrafında ortadan kaldırılmak istenen Osmanlı’nın ölüm fermanı idi. Yüzyılların hesabını görme meselesiydi.

Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan Osmanlı Devleti, Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzaladı. Bu ateşkes ya da diğer ifadeyle mütareke, galip devletlere yüzyıllardır aradıkları fırsatı verdi. Ateşkes, Sevr’in habercisi gibiydi. Sevr’in öncülü olarak Mondros (30 Ekim 1918), işgaller ve paylaşım için Osmanlı ordusunun dağıtılmasını ve silahlarına el konulmasını sağladı; ardından işgaller için gerekli mazereti (7. ve 24. maddeler) yarattı. Mütarekenin imzalandığı tarih ile Sevr’in imzalandığı tarih arasında neredeyse iki yıl var. Bu iki yıllık sürede, Mondros’un ertesinde Sevr, fiili olarak uygulandı. Dolayısıyla Sevr Barış Antlaşması imzalandığında Sevr fiilen uygulanıyordu. Anadolu paylaşılmıştı. Türklere Osmanlı Beyliğinin kurulduğu bölgeler yani küçük bir toprak parçası bırakılmıştı. Türklerin Anadolu’dan tamamen atılması da gündemdeydi. Padişah Vahdettin ise Sadrazamı Damat Ferit ile zaman içinde İngilizlerin gönlünü alarak Sevr’i hafifletme hayali kuruyorlardı. Bu hayal onları ihanete kadar götürdü.

Paris Barış Konferansı’nda Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın eline verilen ağır Sevr metni Padişah-Halife, Hükümeti ve Saltanat Şurası tarafından onaylandı. Hükümet adına Bağdatlı Hadi Paşa, Rıza Tevfik ve Bern büyükelçisi Reşat Halis Beylerden oluşan heyet, 10 Ağustos 1920‘de Sevr Antlaşması’nı imzaladı.

Sevr’i imzalayanlardan biri olan Rıza Tevfik, anılarında Sevr’i neden ve nasıl imzaladıklarını anlatıyor. Rıza Tevfik’in anıları Biraz da Ben Konuşayım adıyla İletişim yayınlarından yıllar önce yayınlanmıştı (1993). Saltanat Şurası’nda antlaşmanın onaylanmasına ilişkin görüşmeleri de aktaran Rıza Tevfik, ortamı şöyle tasvir ediyor:

“1920 senesi Ağustos’unun onuncu günü muahedeyi imzalamak üzere Sevres çini fabrikasındaki büyük salona davet olunduk.

Bu kocaman salon hıncahınç dolu idi. Bize de bir yer gösterdiler. Yerlerimizi aldık, oturduk. Sol tarafımızda, bir iki iskemle aşırı, Venizelos riyaseti altındaki Yunan murahhas heyeti yer almıştı.

Evvelce arz etmiş olduğum gibi, bize ağız açmak memnu idi. Yalnız imza etmek düşüyordu. Teklif olunan maddeler evvelce hükümetin malumu idi. Şura-yı Saltanat’ta ise teklif olunacak sulh ve şartlarının kabulüne karar verilmiş olduğundan bizlere sadece vesikayı bize imza etmek mecburiyeti düşüyordu. Hatta galip devletler yalnız imza ettirmekle iktifa etmeyip bir de mühür istediklerini vaktiyle Babıali’ye ihtar etmişlerdi. Ben de o vakit (R.T.) harfli bir mühür kazdırmıştım ve yanıma almıştım.

Evvela Venizelos imzaya davet olundu. O zaman salonda toplanmış olan birçok Yunanlılar Venizelos’a suret-i mahsusada hazırlanmış altından mamul dolma bir kalem hediye ettiler ve kendisini alkışladılar. Venizelos muahedeyi bu altın kalemle imza ettikten sonra bizi çağırdılar biz de, sıra tertibi üzere, evvela Hadi Paşa, sonra ben, sonra da Reşad Halis Bey muahedeyi imzaladık ve mühürledik. Sonra salondan çıkıp gittik”.

Türk tarihinin en ağır antlaşmasını imzalayanlar tek bir söz edemeden bu antlaşmayı aşağılanarak imza etmek zorunda kaldılar. Yine sanki çok önemsiz bir antlaşma imzalamış gibi salonu terk edip gitmek zorunda kaldılar. Oysa imzalanan bir ölüm fermanı idi. Lozan konferansında masaya oturan İsmet Paşa aradan iki buçuk yıl geçtikten sonra, hasımlarıyla eşit bir şekilde masaya oturmuştu ve ardından da yüzyıllar sonra ilk kez Batı ile eşit bir şekilde masadan kalkabilmişti. Venizelos’un Sevr’deki altın kalemi, Lozan’da tarihin çöp sepetine gitti.

TBMM, Damat Ferit Paşa ve antlaşmayı imzalayanları vatan haini ilan etti (19 Ağustos 1920). Ankara İstiklal Mahkemesi de onları idama mahkum etti (7 Ekim 1920). Ankara Hükümeti ve onun dayandığı TBMM, Sevr Anlaşması’nı kabul etmedi ve tanımadı. İstanbul Hükümeti’nin kabul ettiği ve imzaladığı Sevr’in geçersiz olmasını sağlayan, onu Ankara Hükümeti’nin tanımaması ve yürüttüğü Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanması neticesinde Sevr’in yerini Lozan’ın almasıdır. Yoksa Osmanlı Parlamentosunun onaylamaması değildir. Sevr imzalandığında zaten Sevr fiilen uygulanmaktaydı. Vahdettin, Misakı Milli’yi kabul eden ve ayağına dolanan, Sevr’i imzalamayacak olan Meclisi Mebusan’ı dağıttı. Böylece Vahdettin, meşruti monarşiyi sona erdirerek mutlak monarşiye geçti. Dolayısıyla mutlak monark olarak antlaşma imzalama hakkında sahipti. Kaldı ki Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı’na Meclis kararıyla mı girdi? Girmedi. Dolayısıyla Sevr’i de Padişah ve Hükümeti imzaladı. Dediğim gibi Sevr zaten sahada uygulanmaktaydı. Padişah ve Hükümeti, iki yıla yakın süredir uygulanan şeyi masada kabul ettiler.

Üç kıtada at koşturan imparatorluğun İkinci Viyana Kuşatması’nın (1683) ardından lime lime dökülmesi ve dağılması, Karlofça’dan Sevr’e gelmesi, yüzyıllar içinde gerçekleşti. Bu, ne dış güçlerin komplosu ne de hainlerin işiydi. İmparatorluk modelinin eskimesi, tarım toplumunun ötesine geçemeyişi ve sanayileşememesiydi. Değişen dünyaya, ilerleyen Batı’ya Osmanlı’nın uyum sağlayamamasıydı. Sevr, Karlofça’dan, Küçük Kaynarca’dan ve Berlin antlaşmalarından da ağırdı. Çünkü Karlofça ve sonrasındaki antlaşmalar büyük toprak kaybına yol açmakla birlikte imparatorluk ve devlet halen mevcuttu. Sevr ise devletin sonu, vatanın parçalanması ve milletin yok oluşu idi.

Atatürk ve arkadaşları, Sevr’in yerine Lozan’ı ikame ederek/koyarak tarihin akışını değiştirdi. Yok oluşu, var oluşa çevirdi. Sevr’i tekrar yaşamamak için, onu unutmamak gerekir. Lozan ve arkasından edinilen kazanımlar (Hatay, Boğazlar…) Türkiye’nin tam bağımsızlığını sağladı ama onu çağdaşlıkla desteklemek gerekiyordu. Çağdaşlık olmadan tam bağımsızlığı sürdürmek mümkün değildi. Onlar olmadığında da hortlayacak olan canlı kanlı ve güncel Sevr’dir. Cumhuriyetin ikinci yüzyılında da barış içinde yaşamak için Lozan’a ve onun getirdiği tam bağımsızlığa, onların da garantörü olan çağdaşlığa sahip çıkmak gerekmektedir. Cumhuriyetin ikinci yüzyılında laik Türk milli kimliği etrafında toplumu birleştirmek ve Türkiye’yi çağdaş dünyanın bir parçası haline getirme görevini tamamlama görevi halen bizleri bekliyor.

ABD büyükelçisinin söyledikleri, Öcalan ve PKK’nın talepleri güncel Sevr demektir. Sevr Barış Antlaşması 433 maddelik uzun ve ayrıntılı metniyle bugün dikkatle okunmayı hak ediyor. Bu antlaşmanın bazı maddeleri son aylarda ve son günlerde yaşanan gelişmelerle tekrar gündeme gelmektedir. Savaş meydanında ve masa başında tarih mezarlığına gömdüğümüz Sevr, demokratikleşme, kardeşlik ve dayanışma adlarıyla bize yeniden, süslenerek ve ambalajlanarak sunulmaktadır.

Sevr’in 140-151. Maddeleri azınlıkların korunmasına yöneliktir. Azınlık kavramı Osmanlı’da gayrimüslimler için kullanılan bir ifadedir. Dolayısıyla Müslüman unsurlar azınlık statüsünde değildir. Nitekim Lozan’da da azınlık kavramı gayrimüslimler için kullanılmıştır. Oysa Sevr, dil, din ve ırk/soy temelli azınlık tanımaktadır. Osmanlı’nın bunlara tüm diğer hakların yanında siyasal haklar tanıması ve siyasette temsil hakkı tanıması istenmektedir. Ayrı dile ve soya sahip Müslüman unsurlar da bu noktada azınlık statüsü elde etmektedir. Kürt, Arap, Boşnak, Arnavut, Çerkes, Abhaz, Gürcü vb. unsurlar azınlık haline gelmekte ve ayrıştırılmaktadır. Bugün Kürt meselesi etrafında bize sunulan da Sevr’in yeniden ısıtılıp önümüze konmasıdır. Eşit yurttaşlık meselesi Sevr’de de vardı. Bugün de önümüze konulmaktadır. Oysa yurttaşların eşitliği zaten Cumhuriyetin ve Demokrasinin gereğidir. Yurttaşlar arasında etnik ve dini ayrımcılık yapılmaz. Devlet demokrasilerde kimlik ayrımı yapmaz; herkes yurttaş ve birey olarak eşittir. Eşit yurttaşlık değil, yurttaşların eşitliği esastır. Eşit yurttaşlık dediğimiz zaman farklı etnik ve dini kimliklerin ayrı ayrı tanınması söz konusudur. Oysa yurttaşların eşitliğinde devlet, yurttaşları arasında ayrım yapmaz. Herkes eşittir. Bu, bizim İkinci Meşrutiyet’ten beri savunduğumuz bir düşüncedir; müsavat yani eşitlik. Cumhuriyet buna hakimiyeti milliyeyi eklemiştir. Yurttaşların egemenliği elinde tutması meselesi, yani demokrasi.

Sevr, dil ve soy temelli azınlıkların yanı sıra din temelli azınlık da tanımlar. Din temelli azınlık tanımı Lozan’da da vardır. Ancak Lozan sonrasında laikliği benimseyerek farklı dinden olan vatandaşların da hukuk ve siyaset önünde eşitliğini sağlamıştır. Sevr’deki dini azınlık tanımına Alevileri de bugün eklemek gerekir. Aleviliği ayrı bir din olarak tanımlama gayretleri herkesçe bilinmektedir. Dolayısıyla Sevr, güncellenerek ve cilalanarak bize sunulmaktadır. Bu oyuna gelmemek gerekir.

Bugün Kürt meselesi adı etrafında Kürt azınlığı yaratmak ve Kürt kimliği üzerinden azınlık yaratma çabası yeni Sevr’dir. Nitekim Sevr’in 62 ve 63. Maddeleri özerk bir Kürdistan yaratmaktadır. Bizdeki Lozan düşmanlarının neden Sevr’i sevdikleri buradan açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Söz konusu özerk Kürdistan, Türkiye’den bağımsız olmak isterse Türkiye bunu tanımak zorundadır (madde 64). Bugün de kademeli olarak yapılmak istenen budur. İngilizler, Sevr’deki Büyük Ermenistan’ın güneyinde, Fırat’ın doğusunda, Türkiye-İran ve Irak arasında bir Kürdistan yaratma amacındadır. Böylece Musul ve Kerkük yöresinin petrollerini güvenceye alma, Kürdistan’ı da kendilerine jandarma yapma derdindedir. Bunun yolu da Türk-Kürt düşmanlığı yaratmaktır. 100 yılı aşkın bir süre önce oynanan oyun yeni sürümüyle kullanımdadır. Bu dün Sevr, bugün BOP’tur. Sadece başrol oyunculuğu İngiltere’den ABD’ye geçmiş durumdadır. Dün Cumhuriyeti kuranlar bu oyuna gelmedi, bugün de bu oyuna gelmemek hepimizin milli görevidir.