2023 Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimlerinin 14 Mayıs’ta bir aksilik olmazsa gerçekleşeceği belli oldu. Bu tarih benim açımdan çok da sürpriz olmadı. 2022 yılının bahar aylarında bir akademik dergi için yazdığım bir makalede, seçimlerin 14 Mayıs 2023’de yapılabileceği tespitinde bulunmuştum. 31 Aralık 2022’de de sosyal medya hesaplarımda da aynı tespiti yapmıştım. Bu saptamayı yapmamın nedeni 14 Mayıs tarihinin anlamında ve AK Parti iktidarının buna yüklediği anlamda gizli.

Osmanlı’dan Cumhuriyete tarihimizde ilk seçimi 1877 yılında yaptık. Bu tarihten 73 yıl sonra ilk kez 14 Mayıs 1950’de seçimle iktidarı değiştirebildik. CHP’nin tek parti iktidarı sona erdi ve CHP’nin içerisinden çıkan DP iktidarı devraldı. Erdoğan kendilerini DP yerine koyarak yeniden CHP’yi yenecekleri tespitini ve propagandasını yapma fırsatını kaçırmayacağı için 14 mayıs tarihini belirledi. Ancak bu kez durum farklı her şeyden önce o dönemde CHP iktidardı, şimdi de AK Parti ve kendisi. Dolayısıyla pozisyon itibarıyla bugün iktidar CHP’nin yerinde, Erdoğan da İnönü’nün. Muhalefet bloğu da DP’nin yerinde. Dolayısıyla iktidar değişiminin tekerrür etmesi halinde kaybeden İnönü gibi Erdoğan olacak. Mesele burada Erdoğan’ın İnönü gibi, en büyük yenilgisini en büyük zaferi olarak tanımlayıp tanımlamayacağında…

Biraz tarihsel sürece bakalım:

1877 yılından beri seçim yapıyoruz. Osmanlı döneminde yapılan seçimlerin üçüncüsü olan 1908 seçimleri, 1877-1919 arasında yapılan 6 seçimin en özgürlükçü olanıydı. Sonraki süreçte ve bugünü de belirleyen en özgürlükçü seçim 14 Mayıs 1950 seçimleri oldu. Oysa iki seçim arasındaki yıllarda (yani 1908 ile 1950) dünyada otoriter ve totaliter rejimler iktidardaydı. Özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında. Hitler, Stalin, Mussolini, Franko ve Salazar… Doğu Avrupa ve Balkanlarda askeri ve sivil diktatörlükler vardı… Dünyanın büyük bölümü de sömürgeydi.

Ünlü tarihçi Eric Hobsbawm’ın belirttiğine göre Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasında demokratik devlet sayısında giderek ciddi bir azalma meydana gelmişti:

  • 1922: 64 bağımsız devletten 29’u demokratik (% 45.3)
  • 1942: 61 devletten 12’si demokratik (% 19.7)

İşin ilginç yanı Türkiye’deki çok partili rejim denemeleri dünyada demokrasinin bu gerileme dönemine denk gelir. Dünyada demokrasi gerilerken ve totaliterlik yükselirken Atatürk iki kez çok partili rejim denemesine girişti. 1924-25 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1930 Serbest Cumhuriyet Fırkası denemeleri çok partili hayat için ülkede demokratik altyapının oluşmadığının görülmesine ve çok partili uygulamanın 1945 yılına kadar askıya alınmasına yol açtı. Atatürk’ün iki kez denediği ama başaramadığını, 1945 yılından itibaren İnönü denedi ve 1950’de iktidarı seçimle muhalefete devretti. Bu, bir tek parti yönetimi için istisnai ve özgün bir örnekti. 1950 seçimleri Cumhuriyetin son devrimiydi; yani Demokrasi Devrimi... Aslında İnönü daha 1939 yılının ilk aylarında Cumhurbaşkanı olur olmaz, en büyük eksiğimizin çok partili yaşam olduğunu İstanbul Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada dile getirmişti. İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Türkiye’nin güvenlik kaygılarının doğal olarak artması, çok partili yaşam girişimini savaş sonuna ertelemişti. Savaş biter bitmez İnönü, çok partili rejim için yeşil ışık yaktı.

Türkiye’de akademik çevreler –bazen de politikacılar- Türkiye’nin hangi dinamiklerle çok partili hayata geçtiğini tartışmaktadırlar. Cumhuriyetin kurucu kadrolarıyla sorunlu olan akademik ya da politik çevreler, çok partili hayata geçişte dış faktörlerin etkili olduğunu ya da iç baskı nedeniyle geçildiğini ileri sürmektedirler. Oysa Cumhuriyetin kurucu kadrolarının demokrasi idealini ve Türkiye’nin iç dinamiklerini es geçmek, gerçekçi bir analiz değildir. 1945’te çok partili hayata geçerken Atatürk’ün başlattığı ve İnönü’nün tamamlamak istediği demokrasi devrimi görmezden gelinmektedirler. Cumhuriyetin kurucularının demokrasi ideali, Fransız Devrimi’nin yolunu açtığı demokratik cumhuriyet geleneğidir.

Tüm dünyada demokrasi gerilerken ve hiçbir zorunluluk yokken Atatürk, iki kez çok partili rejim denemesine girişmişti. İki denemenin başarısız olmasının ardından ortaokullarda Medeni Bilgiler adıyla okutulan ders kitabında –bugünkü Yurttaşlık Bilgisi- demokrasi anlatıldı. 1931 yılından itibaren bağımsız milletvekilliği (ardından Müstakil Grup) uygulamasına girişildi ve mecliste partili olmayan muhalefet arayışı benimsendi. Atatürk’ün muhaliflerle barışma politikasını İnönü de 1939’dan itibaren sürdürdü. Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Kazım Karabekir, Rauf Orbay… Hatta 150’likler denilen Milli Mücadele’ye ihanet etmiş isimler bile affedildi. Atatürk ve İnönü, devrim sürecinde ters düştükleri yakın arkadaşlarıyla süreç içerisinde barışmayı bildiler. Karabekir öldüğünde CHP üyesiydi ve TBMM başkanı idi.

1935 seçimlerinde kadınlar milletvekili olarak parlamentoda yer aldılar. Azınlıklardan temsilciler de parlamentoya girdi. Rejim, otoriterleşme eğilimleri gösterse de tüm kesimleri siyasal sisteme dahil etmeye de çaba harcadı. Elbette ki tek parti döneminin demokratik bir dönem olduğunu söylemek mümkün değildir. Bununla birlikte demokrasinin altyapısının hazırlandığı bir dönem olduğu şüphesizdir.

İkinci Dünya Savaşı bittiğinde çok partili hayata geçmek, koşulların uygunluğu itibarıyla bu süreci kolaylaştırmıştır. Ancak yine de iç dinamiklerin ve İnönü faktörünün daha belirleyici olduğu fikrindeyim. Batı ittifakı içerisinde yer almak için çok partili hayata geçildiği tezi gerçekçi değildir. Bu konuda verebileceğim en somut örnek Portekiz’dir. Portekiz, Salazar diktatörlüğü altında yönetilirken 1949’da NATO’nun kurucu ülkeleri arasında yer alabilmiştir. Öyle ise Batı ittifakı içerisinde yer alabilmek için demokratik bir yönetime sahip olma zorunluluğu yoktur. Bu, dün de böyle idi, bugün de böyle… Dolayısıyla İnönü’nün de Batı ittifakı içinde yer alabilmek için çok partili hayata geçmesi gibi bir zorunluluğu yoktu.

İnönü, 1945’te çok partili hayata geçme kararı aldığında bundan partisinin önemli bir kesimi memnun da olmadı. Çünkü rahatları kaçacak, seçim yarışına girmek zorunda kalacaklardı. Ancak İnönü, sağlığında ülkede demokrasinin yerleştiğini görmek istiyordu. Bu, iktidarın seçimle el değiştirmesi demekti ve dolayısıyla kurumsallaşma anlamına geliyordu. Gerçekten çok partili hayata geçmeden İnönü vefat etseydi ne olurdu? Kaos çıkar mıydı? İnönü’nün yerine kim geçerdi? İnönü ülkenin beka sorununu aşmayı iktidarın demokratik yollardan el değiştirmesinde görüyordu. O, Atatürk’ün hayalini tamamlamanın da peşindeydi: Demokrasi Devrimi…

İnönü, 1945’te 61 yaşındaydı… Bu, o dönem için ileri bir yaş sayılırdı. İnönü, 1950’de 66 yaşında idi… Milli Mücadele ve Lozan kahramanı, Cumhuriyetin ikinci adamı İnönü, iktidarı bırakıp muhalefete geçmeyi göze almıştı… Üzerindeki bütün unvanları da bırakarak: Milli Şef, CHP Değişmez Genel Başkanı… Tüm bunları, cumhurbaşkanlığı da dahil geride bırakıp muhalefet lideri olabilmeyi sindirebilmesi hayranlık uyandırıcı… Üstelik bunu seçimle ve kendi isteğiyle, iktidar partisinden koparak doğan bir muhalefet partisine iktidarı devredebilmek…

14 Mayıs 1950 seçimlerinden kısa bir süre sonra (1951) ünlü siyaset bilimci Maurice Duverger, yazdığı Siyasi Partiler adlı kitabında şunları söylemişti:

“Türkiye, engelsiz ve sıkıntısız bir şekilde, tek-parti sisteminden plüralizme (çok partili sisteme) geçmiştir. Bugün o, Orta-Doğu devletlerinin en demokratik olanı, feodal klanlar, bir avuç aydının yönettiği hayali gruplar ya da fanatik dinsel tarikatlar yerine, gerçek partilere sahip bulunan tek Orta-Doğu devletidir. (…) … Türkiye örneği, basiretle uygulanan bir tek parti yönetiminin, bir gün gerçek bir demokrasinin kurulmasını mümkün kılacak tek unsur olan yeni bir yönetici sınıfın ve bağımsız bir siyasal elitin yavaş yavaş ortaya çıkmasına imkân verebileceğini göstermektedir.”

CHP, 1946 seçimlerinde yaşanan seçim yolsuzluklarını hızla geride bırakarak 1950 seçimleri öncesinde muhalefetle uzlaşarak bir seçim kanunu hazırladı ve bu kanun, bugünkü seçim sisteminin temelini oluşturdu. Bu sayede 1950 seçimleri, 1908 seçimlerinden sonra tarihimizin ikinci en özgürlükçü ve dürüst seçimi oldu. 1980 seçimlerinden farklı olarak da sonraki seçimlerin yönetilmesini sağlayacak hukuki altyapıyı oluşturdu. En büyük hatası çoğunluk sistemi olsa da, Şubat 1950 tarihli seçim kanunu ile Yüksek Seçim Kurulu kuruldu ve seçimleri hakimlerin yönetmesi sağlandı.

1945 sonrasında CHP iktidarı, çok partili hayata geçerken 1923’den beri iktidar olmanın yükünü de sırtında taşıyordu: Bunlar arasında uzun iktidar yıllarının yıpranmışlığı, çağdaşlaşma ve laiklik politikalarının yarattığı hoşnutsuzluk, İkinci Dünya Savaşı yıllarının getirdiği sosyal ve ekonomik sorunlar (Milli Korunma Kanunu, Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri Vergisi), dönemin otoriterliği ilk akla gelenler olarak sayılmalıdır. Bu faktörler ya da bir başka deyişle farklı toplumsal kesimlerin hoşnutsuzluğu, CHP’nin 1950 seçimlerini kaybetmesine yol açtı. Aslında tüm bu nedenlerden dolayı CHP’nin seçimleri kaybetmesi şaşırtıcı değildi. Şaşırtıcı olan bunca yıpranmışlığa rağmen CHP’nin % 39 gibi yüksek bir oy alabilmesidir. DP ezici bir oy farkıyla kazanmadı (% 52) ama çoğunluk sistemi DP’ye parlamentoda ezici bir üstünlük sağladı. Söz konusu ezici üstünlük de, zayıf demokrasi kültürünün var olduğu ortamda çatışmaları tırmandırdı ve sistemin tıkanmasının nedenlerinden birini oluşturdu. Sonraki yıllarda CHP hatasını anlasa da, bu kez sistemi değiştirmeye DP yanaşmadı.

İnönü 1950 seçimlerini kaybedebileceğinin farkındaydı. Hem partisini ve hem de ailesini buna hazırladı. En büyük yenilgisini de bu nedenle en büyük zaferi olarak tanımladı. O, bir muhalefet lideri olarak demokrasinin uygulamasını görmek, yaşanan sorunlara sağlığında müdahale etmek istiyordu. İktidarın seçimle değiştiğini görmek onun en büyük hayaliydi. 6 aylık TpCF, 3 aylık SCF deneyimlerinden ve İkinci Meşrutiyet döneminin parti kavgalarından sonra, çok partili hayatta yılların ilerleyişini gördüğünde çocuklar gibi mutlu olan bir adamdı İnönü… Bir ölümlünün görebileceği tüm iktidar olanaklarını görüp, onları geride bırakabilmek ve demokrasi öğretmenliğine girişmek, ancak İnönü’nün yapabileceği bir şeydi.

Bir demokrasi öğretmeni olarak İnönü, zaman zaman yaşanan sorunlara müdahale de etti. Hakemlik yaptı… 1930’da Atatürk’ün Fethi Beyle İnönü arasında yaptığı hakemlik gibi, O da 1946 sonrasında CHP ile DP arasında hakemlik yaptı. 12 Temmuz Beyannamesi (1947) de bunun ürünüydü. Keşke aynı hakemliği 1960 öncesinde Cumhurbaşkanı olarak Bayar da yapabilseydi… Gerçekten tarihin akışının farklı olması mümkündü…

Kendi isteğiyle bütün iktidar imkanlarını bırakan İnönü’nün şu meydan okuyuşunu (Konya, 1957) bugün kaç lider tekrarlayabilir:

“Bütün rakiplerimi, muarızlarımı (karşıtlarımı) imtihana davet ediyorum. İktidardan düştükten sonra, 7 sene sonra Konya’da vatandaş önünde benim gibi konuşabilirler mi? Yaldızlı hilat insanın sırtından çıktıktan (iktidardan düştükten sonra) sonra, sokaktan geçerken vatandaş teveccüh ediyorsa (sevgi gösteriyorsa) o önemlidir”.

İnönü, 1950’de iktidarı kendi isteğiyle bıraktı. Çünkü iktidara seçimle gelmek nasıl normalse seçimle gitmek de öyledir. Bu, İnönü için bile geçerliydi. İnönü’yü büyük adam yapan şeylerden biri de budur. Sanırım İnönü’nün yaptığını tüm iktidara gelenler içlerine sindirebildiklerinde hem demokrasimiz ve hem de devletimiz güçlenecek, “beka” sorunu ortadan kalkacaktır… Şahısların gücünün yerini kurumların gücü alacaktır.

1908, bizim için istibdada karşı Hürriyet Devrimi oldu. 1923 Cumhuriyet Devrimi ve 1950 de Demokrasi Devrimi’dir… 1950’de tarihimizde ilk kez seçimle iktidarı değiştirebilmeyi becerebildik. Bu, ağırlıklı olarak Cumhuriyetin kurucu değerlerinin ve İnönü’nün etkisiyle olabildi. 14 Mayıs 1950’de iktidarı seçimle değiştirmeyi becerebildikten bir 73 yıl sonra artık iktidarı seçimle değiştirmeyi gelenekleştirmemiz gerekiyor. Cumhuriyetin 100. Yılına yakışan budur.

Not: 1950’de DP’li olan Turan Güneş, DP iktidarını, kitleler “15 Mayıs sabahı çirkin karılarını bile güzel yapacak bir mucize” olarak karşılamışlardı diye anlatır. Aynı kitleler 1908’de de meşrutiyete benzer bir anlam yüklemişti. Abdülhamit gidecek, dertler bitecek beklentisi vardı. Aslında mesele o kadar basit değildi. Bugün de sorunun iktidar değişiminin ötesinde sistem ve zihniyet meselesi olduğunu kabul etmek gerekir.