Osmanlı-Türk İmparatorluğunu dünya üzerinde üç kıtada altı yüz yıl yaşatan gerekçelerden birisi de düzenli ve hızlı bir haberleşme ağına sahip oluşudur.
 
Tarih boyu insanlar posta güvercinleri vasıtasıyla, kaleden kaleye ateş yakıp duman çıkararak veya ok atarak haberleşirdi. Türkler de şüphesiz bu vasıtalardan istifade etmiştir. Ama şüphesiz ki resmi ulakların, yani posta tatarlarının haberleşmedeki rolü hepsinden önce geliyordu.”Yaya kaldın tatar ağası”,”Tatarın gidişini beğenmedim!”,”Atı alan Üsküdar’ı geçti!” gibi sözler, bu devirlerden kalmadır.
 
Osmanlı Devleti zamanında, anayollar üzerine, derbent kalelerine benzer tarzda menziller yapılmıştı. Bunlar yaklaşık otuz beş kilometrelik yolların sonunda kurulmuştu. Menzillerde vakıf hanları bulunurdu. Yolcular gece burada kalır; atları yemlenir, gün ışıyınca yollarına devam ederlerdi. Menzilde vakıf hanı yoksa sivil şahıslar yaptırdıkları ve işlettikleri menzil karşılığında vergiden muaf tutulur; gerekirse tahsisat da alırlardı. Ordunun sefere çıkarken ihtiyaç duyduğu emtia da burada muhafaza olunurdu. Giderek menziller, çevre halkın mal ve mahsullerini getirip sattığı birer pazar yeri hüviyetine dönüştü. Daha sonra da bu menzillerde köy ve kasabalar oluştu.
 
Menzillerde devletin tayin ettiği ve vergi muafiyeti karşılığında çalışan menzil emini, menzil kahyası, ahır kahyası, seyis, odacı, sürücü, aşçı gibi hizmetliler ile çevre halkından ücret mukabilinde çalışan kimseler bulunurdu. Resmi ulakların aldıkları beygir ve iaşelerinin bedelini devlet öderdi.
 
At Üzerinde Uyku!
 
Ordu sefere çıktığında, bu menzillerde konaklardı. Bir yerden bir yere haber ve mektup götüren posta tatarları, atlarını bu menzillerde bekleyen atlar ile değiştirip, süratle yollarına devam ederdi. Gece gündüz at sürer; atın üzerinde yemek yer, atın üzerinde uyurlardı. Böylece imparatorluğun en uzak mesafelerine haber, mektup ve benzeri şeyleri göndermek mümkün olurdu.
 
Selçuklular zamanından beri var olan bu usulü, Osmanlı Türkleri geliştirmiş ve tarihin ilk postacıları olmuşlardır. Posta tatarları, Macaristan’dan İstanbul’a, buradan da Hint Denizi sahillerine, Cezayir’e, Yemen’e haber ulaştıran, ordular arasında irtibat sağlayan, önemsenen kimselerdi.
 
Posta tatarı denilen ulaklar, namuslu, güvenilir, dayanıklı olan; çabuk gidip gelebilsinler diye de zayıf ve çevik kimselerden seçilirdi. İlk zamanlar Tatar asıllılardan seçildiği için bu adı aldıkları varsayılır. Tatarlar, at binmekte mahir bir halktır.
 
İstanbul’da üç yüz tatar ve her valinin maiyetinde elli vezir tatarı bulunurdu. Tatarlar, Tataran Ocağı adıyla teşkilatlanmıştı. Aralarında çok sıkı disiplin vardı. Reislerine baş tatar veya tatar ağası denirdi. Posta tatarları pratik ama haşmetli kıyafetler giyer; Kürklü gocukları da icabında giyinmek üzere yanlarında olurdu. Böylece değişik iklimlerde yolculuk yaparken sıhhatlerini korurlardı. Ayrıca başkasının taşıyamayacağı ağırlıkta bir kuşak, ağır tabanca ve yatağanlar, havlular, çevreler, mendiller, tütün kesesi, enfiye torbası ve saire ile adeta cephane ve levazım deposu gibiydiler.
 
Tatarların İstanbul’dan Edirne’ ye iki, Şam’a on iki, 2300 kilometre uzaklıktaki Bağdat’a on dört günde ulaştıkları sabittir. Dağları, ormanları, köprüsüz dereleri, yolsuz sahraları aşıp menzile ulaşmak büyük başarıdır. Yüz beygirlik bir yük ile Rumeli’den gelen tatar postalarını karşılamak, İstanbul için meraklı bir eğlenceydi. Binlerce kişi heyecanla yolları doldurup, Tuna boylarından gelecek haberleri ve mektupları beklerdi. Osmanlı-Türk İmparatorluğunu üç kıtada altı asır yaşatan amillerden birisi de böyle süratli ve muntazam posta teşkilatını kurup sahiplenmiş oluşlarıdır.
 
Evliya Çelebi Posta Tatarı!
 
Evliya Çelebi 1656 senesinde hamisi Melek Ahmet Paşa’nın haber ve mektuplarını Van’dan İstanbul’a götürüp getiren tatarlarla yaptığı seyahatleri tasvir eder. Van’dan sekiz süvari, kuzeye doğru, yoldaki menzillerde beygirleri değiştirerek ve oradaki valilerin mektuplarını da alarak Malazgirt, Hınıs, Hasankale, Erzincan, Niksar, Ladik, Merzifon, Osmancık, İzmit ve Gebze üzerinden on üç günde İstanbul’a ulaştıklarını anlatır.
 
Tatarlara iyi maaş verilir; ayrıca taşıdıkları hususi mektup ve poliçelerden de belli bir yüzde tahsis edilirdi. Taşıdıkları zayi olsa ocak sandığı tarafından tanzim olunurdu. Ancak tatarlık zor bir işti. Evlerinde çok az kalırlar; çoluk çocuğu arada bir görürlerdi. Hemen hepsi nevi şahsına münhasır insanlardı. Bonkörlükleri sebebiyle para biriktiremezlerdi. Yaşadıkları eğlenceli fakat yorucu hayat sebebiyle de erkenden göçüp bu dünyaya veda ederlerdi.
 
Ve Postaneler kuruluyor!
 
On dokuzuncu yüzyılın başlarında şimdiki adıyla modern posta teşkilatı kurulmaya başlandı. Postalar, arabalarla, devlet memuru postacılar tarafından taşınır oldu. Menzilhaneler, postaneye dönüştürüldü. Tatar ağaları, postacı olarak resmi kadroya alındı. Ülkedeki posta işleri hususi olduğu için yabancılara ait postaneler de vardı. Bunlarla rekabet, resmi posta teşkilatının gelişmesini sağladı.
 
O zamanlar posta ücretini gönderen öderdi. Posta, alıcıya postanede teslim olurdu. Uzak köylere postayı müvezziler götürüp alıcıdan ayrıca ücret alırdı. 1863’te posta pulu kullanılmaya başlandı ve alıcıdan hiçbir ücret alınmaz oldu.
 
Ancak resmi postanelerin sayısı mahduttu. Çoğu yerde posta taşıma işini gayri resmi postaneler ve tatar ağaları sürdürdü. Bunlar maaşlı değildi.
 
Postalar; önceleri arabayla sonraları tren ve gemilerle taşındı. İstasyon ve liman postanesinden postayı tatarlar alıp, gideceği yere kadar götürürdü. Daha ötesi için gerekirse başka bir posta tatarı devreye girerdi.
 
Postaaa!
 
İki belde arasındaki posta nakliyatı görülmeye değerdi. Postayı alan tatar ağası, bir sürücü, yanında asayişin durumuna göre atlı jandarmalar ve posta taşımaya mahsus beygirlerle yola çıkardı. Yükler su geçirmez meşin, üstten atma kapaklı bavul şeklinde çantalar içindeydi. En önde sürücü, arkada yükler, en arkada tatar ağası ve zaptiyeler giderdi. Geçilen yerlerde tatarlar gür sesiyle ”Postaaa!”diye bağırarak postanın geldiğini halka haber verirdi. Meraklısı posta menzilinin önünde toplanırdı.
 
Tatar teşkilatı 1918 yılında kaldırıldı. Posta, yine tren, gemi ve arabalarla taşındı. Ancak istasyonlara gelen postayı uzak belde ve köylere sivil postacılar götürdü. Bu usul, Cumhuriyet’ten sonra da epeyce devam etti. Çocukluğumda Bergama’da böyle postacı ve müvezziler tanıdım. Tren İstasyonlarından günlük postayı alır, yetmiş seksen kilometre ötedeki tren uğramayan kasabaya götürür; oradan da gönderilecek postaları alıp trene teslim ederlerdi. Bu gelen postaları da atlı müvezziler köylere götürürdü. Köy muhtarı pazara veya resmi bir iş için kasabaya gelmiş ise, nimet bilinip köyünün postasını ona teslim ederlerdi. İki belde arasındaki mesafe uzaksa, iki beldenin postacıları orta yerde buluşup postayı diğerine teslim ederdi.
 
İlk telgraf hattı İstanbul‘da kullanılmaya başlanılmış olup; Kurtuluş Savaşı sırasında telgraf hatlarını kullanarak dahiliğini gösteren yüce Atatürk; ordularımız arasında iletişimi bu yolla sağlamış; o koşullarda adeta bir internet ağı gibi görev yapmış, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında çok önemli bir rol oynamış, muhteşem bir başarı elde edilmiştir.
 
Şimdi gelelim sonuca: İlk posta teşkilatını kurarak tarihe damga vuran Türkler bu sahnedeki kaybolan yerini güçlü bir şekilde almalıdır. Bunun için mevcut PTT mutlaka çağdaşlaştırılmalı, dünyanın her yerine, hava, deniz, kara araçları ile hizmet verir hale getirilmelidir. Haberleşme uydularını kendisi yaparak uzaya fırlatmalıdır. Bunlar yapılmaz ise büyük devlet olmak hayaldir. Dünyanın her yerinde iş yapan şirketlerimizin ve insanlarımızın olması başarıdır. Bunun için gerekli bilgi ve birikim Türk insanının kanında ve geçmişinde vardır.
 
Biraz cesaret ve biraz basiret gerek!
 
Işık ve sevgiyle kalın!...