Cumhuriyetin ilanı 1921 Anayasasında yapılan bir değişiklikle gerçekleşmişti ve Atatürk, bu maddeye dayalı olarak cumhurbaşkanı seçilmişti. Ardından kabul edilen 1924 Anayasası da cumhurbaşkanına aşırı yetkiler vermemekteydi. Hatta TBMM’de 1924 Anayasası görüşmeleri yapılırken cumhurbaşkanına Meclisi feshedebilme yetkisi verilmek istenince milletvekilleri buna karşı çıkmış ve bu yetkiyi Atatürk’e vermemişlerdi. Gerekçesi de milletin ve devletin bekası idi. Milletvekillerine göre Atatürk bu yetkiyi kötüye kullanmazdı. Bu, kesindi. Ancak ya Atatürk’ten sonra gelen cumhurbaşkanı bu yetkiyi kötüye kullanırsa? Atatürk de milletvekillerinin itirazını haklı bularak Anayasa Komisyonundan Meclis Genel Kuruluna gelen tasarıda ısrarcı olmamıştı. Hatta itirazı yapanların başını çeken Mahmut Esat Bozkurt’u altı ay kadar sonra Adalet Bakanı yapmıştı. Bozkurt, Hukuk Devrimi’nin de mimarı olmuştu.

Eğer Atatürk, sadece 1924 Anayasasının kendisine verdiği yetkiyle cumhurbaşkanlığı yapsaydı şüphesiz devrimlerin hiçbiri yapılamazdı. Atatürk’ün 1924 Anayasasının kendisine verdiği yetkiyle yetinmemiş; Milli Mücadele’yi kazanmış olmanın verdiği karizmayı ve dönemin tek partisi CHP’nin genel başkanı olmasını kullanarak yürütmedeki gücünü arttırmıştır. Benzer durum İnönü için de geçerlidir. Tekrar edecek olursak Milli Mücadele’nin lideri olmak, dönemin tek partisinin değişmez genel başkanı olmak ve cumhurbaşkanı olmak Türk Devrimi’nin başarılmasına imkan sağlamıştır. Türk Devrimi, liderin sadece cumhurbaşkanı olmasıyla gerçekleştirilemezdi. Nitekim Atatürk’ün yakın çevresinde yer alan Cebesoy, Karabekir ve Orbay gibi arkadaşların tarafsız cumhurbaşkanlığı yapmasını önermişlerdir. Bu, Atatürk’ün altındaki diğer lider kadronun iktidar için birbirleriyle çatıştığı ve devrimlerin yapılamadığı, çağdaşlaştırıcı dönüşümlerin gerçekleştirilemediği bir Türkiye demekti.

Halk Fırkası’nın 1923 tarihli Nizamnamesi’ne göre, Umumi Reis (Genel Başkan); Büyük Kongre’nin Fırka Divanı’nın, TBMM’deki Fırka Grubu’nun, Umumi Heyeti İdare’nin doğal başkanıdır. Parti adına konuşma yetkisi yalnızca Genel Başkan’a aittir. Genel Başkan, bu konuda gerekli görürse, partide diğer bazı kişilere de vekâlet verebilir (madde 18 ve 19). Atatürk, Cumhurbaşkanı olması nedeniyle, Genel Başkanlık görevini bırakmamakla beraber, bu görevi yürütmesi için Başbakan İsmet İnönü’yü Umumi Reis Vekili (Genel Başkan Vekili) olarak atadı. Ayrıca, Genel Başkan’ın atadığı Kâtibi Umumi (Genel Sekreter) de partinin işlerini Genel Başkan adına yürütürdü. 1927 Nizamnamesi ile oluşturulan ve Genel Başkan, Genel Başkan Vekili ve Genel Sekreter’den oluşan üçlü bir yönetim, yani Riyaset Divanı (Başkanlık Divanı, Genel Başkanlık Divanı, Genbaşkur), tek parti dönemi boyunca parti işlerini büyük ölçüde fiilen yürüttü. Milletvekili adaylarının belirlenmesi başta olmak üzere, diğer birçok önemli konuda bu üçlü yönetim karar mekanizmasını oluşturdu.

1923 Nizamnamesi’ne göre, Genel Başkan, partinin TBMM’deki üyeleri arasından Büyük Kongre tarafından seçilirken (madde 5), 1927 Nizamnamesi’nde bu seçilebilirlik esası kaldırıldı ve onun yerine değişmezlik esası getirildi. Nizamname’nin “Umumi Esaslar” başlığını taşıyan ilk 7 maddesinin hiçbir şekilde değiştirilemeyeceği belirtilirken (madde 7); 6. maddede “Cumhuriyet Halk Fırkasının umumi reisi, Fırkanın banisi olan Gazi Mustafa Kemal Hazretleridir” ibaresi yer almaktadır.

CHP’nin 1931 tarihli Nizamname’sinde ise, Genel Başkan’ın değişmezliği esası daha açık bir şekilde ifade edildi: “Cumhuriyet Halk Fırkası’nın daimi Umumi reisi, Fırkayı kuran GAZİ MUSTAFA KEMAL Hazretleridir” (madde 2).

Atatürk’ün 1938 yılında ölümü üzerine, “Değişmez Genel Başkanlık”, Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü’ye geçti. 26 Aralık 1938 tarihinde toplanan CHP Üsnomal (Olağanüstü) Büyük Kurultay’ında kabul edilen tüzükle, İsmet İnönü Değişmez Genel Başkan olurken (madde 3), Atatürk de CHP’nin “banisi ve ebedi Başkanı” ilan edildi (madde 2). Değişmez Genel Başkan, ancak şu üç koşuldan biri gerçekleştiğinde değişebilecekti: Ölüm, görev yapamayacak kadar hasta olma ve istifa. Bu üç koşuldan biri gerçekleştiğinde, Büyük Kurultay olağanüstü olarak toplanacak ve “yeni bir Değişmez Genel Başkan” seçecekti (madde 4).

Tek parti döneminde Atatürk ve İnönü, cumhurbaşkanı iken CHP’nin Meclis Grup toplantılarına katılmadılar. Ancak CHP’nin kurultaylarına katıldılar. Dört yılda bir yapılan CHP kurultaylarında da açış konuşması yapmakla yetindiler. Benzer bir durum da her yılın 1 Kasım’ında TBMM açış konuşması yapmak için de geçerliydi. Başbakanı atama yetkisi onlarda idi; bazen bakanların atanmasına da müdahale ederlerdi. Yine elbette Genel Başkan Vekili ve Genel Sekreter ile milletvekili adaylarını belirlerlerdi. Parti üzerindeki nüfuzları bir miktar da buradan kaynaklanırdı. Ancak esas güç Milli Mücadele’yi kazanan karizmatik liderler olmaktan gelirdi.

İkinci Dünya Savaşı sonunda çok partili yaşama geçilince, Değişmez Genel Başkanlık, 10 Mayıs 1946 tarihinde toplanan CHP İkinci Olağanüstü Kurultayı’nda kaldırıldı. Bu dönemde çok partili yaşama geçilmiş olmakla beraber İnönü, Cumhurbaşkanlığı göreviyle CHP Genel Başkanlığı görevini birlikte yürütmeye devam etti; yani İnönü hem Cumhurbaşkanı, hem de CHP Genel Başkanı idi. Söz konusu uygulama, CHP’nin 14 Mayıs 1950 seçimlerinde uğradığı yenilgiye kadar devam etti. Aslında 1946-1950 arasında İnönü, Genel Başkan Vekilliği göreviyle başbakanlık görevini aynı kişiye verme uygulamasına son verdi. Başbakanın hükümet işleriyle ilgilenmesi, parti işlerine başka birinin bakması yöntemi benimsendi. Aslında İnönü tarafsız bir Cumhurbaşkanı olabilmek için parti genel başkanlığı bile bırakmak istedi. Hatta bu konuda adayı bile vardı (Hüseyin Cahit Yalçın). Ancak partililere bunu kabul ettirmesi mümkün olmadı. İnönü giderse onlar ne yapardı? Çünkü partililere göre ellerindeki en önemli koz bizzat İnönü’nün kendisiydi.

Demokrat Parti ise bu dönemde partili cumhurbaşkanı kavramına değil, cumhurbaşkanının parti genel başkanı olmasına karşılardı. Nitekim DP’nin kuruluşunun birinci yılında toplanan DP Birinci Büyük Kongresi’nde (7 Ocak 1947) Ana Davalar Komisyonu, Demokratları birleştiren esasları üç noktada topladı. Bunlar; vatandaşların hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı yasaların kaldırılması, dürüst ve güvenilir bir seçim kanunu çıkarılması ve devlet başkanlığı ile fiili parti genel başkanlığının tek şahısta toplanmasından vazgeçilmesi idi.

İnönü parti genel başkanlığını bırakamasa da Atatürk’ün 1930’da Serbest Fırka lideri Fethi Bey ile CHP’li Başbakan İsmet Paşa arasında oynamaya çalıştığı hakemliğin bir benzeri ve belki daha başarılısı 12 Temmuz Beyannamesi (1947) ile oynadı.

Tek parti dönemi için pek bir sorun yaratmayan “partili” Cumhurbaşkanı; 1950-1960 yıllarında büyük sorunların ortaya çıkmasına yol açtı. Partili Cumhurbaşkanı Celal Bayar, DP ile muhalefet arasında “tarafsız” kalamadı. Ne Atatürk’ün ne de İnönü’nün hakemliğini sürdürebildi. Üstelik Bayar, parti genel başkanlığını cumhurbaşkanı olduktan sonra Menderes’e devretmişti. Ancak bu, Bayar’ın partili kimliğini ve parti üzerindeki etkisini ortadan kaldırmıyordu. Bayar, İttihatçı damarının da etkisiyle sertlik yanlısı bir cumhurbaşkanı oldu. Dönemin zayıf demokrasi kültürüyle, çoğunluk sistemine dayanan seçim sistemiyle ve çatışmacı siyasal kültürüyle birleşen siyasal ortamın sorunlarını çözmek mümkün olmadı. Tarafsız ve hakem bir cumhurbaşkanı bunu çözmekte önemli bir rol oynayabilirdi. Yakın tarihte büyük hizmetleri olan Bayar’ın bu rolü oynayamaması üzücüdür. Ancak diğer taraftan faturayı sadece Bayar’a kesmemek gerekir. Partili Cumhurbaşkanlığı tek parti dönemi ve devrim süreci için, olağanüstü dönem koşulları için anlaşılabilir bir durum iken çok partili hayat ve demokratik süreç için sürdürülebilir bir durum değildi. 1950-1960 yılları arasındaki deneyim bunu açık bir şekilde ortaya koymuştur.