
Birleşmiş Milletler, 1999 yılında 25 Kasım’ı “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” ilan etti. Bu tarih, köklerini 1960’ta Dominik Cumhuriyeti’nde diktatörlüğe karşı mücadele eden Mirabal Kardeşlerin öldürülmesinden alıyor. Bugün 25 Kasım, yalnızca fiziksel şiddet değil, kadınların hayatını şekillendiren her türlü yapısal eşitsizliği ve ayrımcılığı tartışmak için de önemli bir bağlam sunuyor. Türkiye’nin yakın tarihine, özellikle de 27 Mayıs 1960, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 askeri müdahaleleri üzerinden bakıldığında, bu tabloda kadınların özgün bir yeri olduğu görülüyor. Bu dönemler, genel toplumsal- siyasal mühendislik süreçlerinin parçası olarak şekillense de doğrudan kadınların temel kazanımlarını da derinden etkilemiştir. Darbe dönemlerinde siyaset alanı yeniden kurulurken, kadınların temsili, eğitime erişimi ve çalışma hayatındaki konumu da bu yeniden yapılanmanın içinde yeniden tanımlanıyor. Bu çerçevede siyasal ayrımcılık, kadına yönelik şiddetin yalnızca “ev içi” ya da “bireysel” düzeyde değil, aynı zamanda kurumsal ve yapısal boyutları olduğunu hatırlatan önemli bir kavram hâline geliyor.
27 Mayıs 1960 Darbesi: Yassıada’da Yedi Kadın Milletvekili

27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes başta olmak üzere devlet ve hükümet ileri gelenleri tutuklanmış on yıllık Demokrat Parti Hükümeti görevden uzaklaştırılmıştır. İvedilikle TSK içinde müdahaleyi gerçekleştiren subaylar tarafından başkanlığına Orgeneral Cemal Gürsel’in getirildiği Milli Birlik Komitesi oluşturulmuştur. Bu komite 1961 Ekim ayında yapılacak genel seçimlere kadar ülkeyi yönetmiştir. Öte yandan gerçekleştirilen hukuki düzenlemeler sonrasında tutuklu DP’lilerin Yassıada’da özel yetkili bir mahkemece yargılanmışlardır. İçerisinde hükümet ileri gelenleri, milletvekilleri ve DP’lilerin olduğu 592 kişinin yargılandığı Yassıada Mahkemelerinde yalnızca 7’si kadındı. Bu yedi isim Perihan Arıburun, Necla Tekinel, Ayşe Günel, Hilal Ülman, Nazlı Tlabar, Piraye Levent ve Nuriye Pınar sürecin sembolik figürleri arasında yer aldı. Yassıada’daki yargılamalarda kadın milletvekilleri, diğer DP’lilerle birlikte “siyasi sorumluluk” çerçevesinde sanık sandalyesine oturdu. Kadın vekiller hakkında yürütülen soruşturma ve yargı süreçleri hukuken erkek vekillerden farklı değildi; ancak kamuoyu düzeyinde kadın olmaları ayrıca tartışılan bir unsur hâline geldi. Dönemin basınında, kadın vekillerin aile hayatlarından özel durumlarına uzanan ayrıntıların öne çıkarıldığı; siyasal kimlikleri kadar “kadın kimliklerinin” de mercek altına alındığı görülür. Örneğin İstanbul Milletvekili Necla Tekinel, tutuklu bulunduğu dönemde hamile idi ve gazeteler doğuma kadar onun özel durumuyla ilgili haberleri canlı tuttular. Tutukluluk boyunca özel yaşamın gizliliği ilkesine dikkat edilmedi. Kadınların koğuşlarına dinleme cihazı yerleştirildiği İzmir Milletvekili Perihan Arıburun’un konuşmaması üzerine ada kumandanının paldır küldür odaya girmesi ile anlaşıldı. [1]Kadınların yaşam koşulları adada oldukça zordu. Kadınlar Koğuşu olarak nitelendirilen sıkı denetimli ayrı bir koğuşta kalıyorlardı. Psikolojik şiddet ve aşağılama adada bilinen bir şey idi. Yedi kadın milletvekilinin Yassıada’da yargılanması, Türkiye’de kadınların “Meclis’te var olma” deneyiminin aynı zamanda “kriz anlarında siyasetin bedelini ödeme” hikâyesi olduğunu da bizlere hatırlatıyor.

12 Eylül 1980 Darbesi: Siyasetin Daralması, Kadın Örgütlenmelerinin Gecikmesi

Kaynak: Gazete Kadıköy
12 Eylül 1980 Darbesi, Türkiye’de siyasal partilerin kapatıldığı, sendikal ve dernek faaliyetlerinin ciddi ölçüde sınırlandığı, bütünüyle daraltılmış bir siyasal alan yarattı. Bu daralma, kadınların temsilini ve örgütlenmesini de doğrudan etkiledi.1980 öncesinde yükselen toplumsal hareketler içinde kadınların giderek daha görünür hâle geldiği, sendikalarda, gençlik hareketlerinde ve partilerde aktif rol üstlendikleri biliniyor. 12 Eylül sonrasında ise siyasi faaliyetlerin büyük kısmı yasaklanınca, kadınlar için de kurumsal siyaset kanalları uzun süre kapalı kaldı. Bu bağlamda 12 Eylül, kadınların: Meclis’te temsil edilme imkânlarının azalmasına, sendikal ve dernek çalışmalarının askıya alınmasına, üniversite ve kamuda siyasal faaliyetin baskılanması nedeniyle, kamusal alanda daha ihtiyatlı bir profil benimsemelerine yol açtı. Dikkat çekici olan, 12 Eylül’ün hemen ardından değil, 1980’lerin ikinci yarısından itibaren bağımsız kadın hareketinin güçlenmeye başlamasıdır. Feminist dergiler, bağımsız kadın dernekleri ve kampanyalar, tam da bu baskı ortamının gölgesinde ortaya çıktı. Bu durum, kadınların siyasal alandaki varlığının yalnızca parlamenter temsil ile sınırlı olmadığını; sivil alanda da yeni dil ve örgütlenme biçimleri geliştirdiklerini göstermesi açısından önemlidir. Bununla birlikte, 12 Eylül’ün kapattığı partiler, dağıttığı örgütlenme ağları ve yarattığı korku iklimi, kadınların siyasete katılımını uzun süre dolaylı yollardan, daha temkinli biçimlerde sürdürmelerine neden oldu. Siyasal ayrımcılık, bu dönemde daha çok temsil ve örgütlenme imkânlarının daraltılması biçiminde kendini gösterdi.
28 Şubat 1997 Darbe Süreci: Eğitime ve Çalışma Hayatına Erişimde Ayrımcı Uygulamalar
1990’ların sonunda yaşanan 28 Şubat darbe süreci, özellikle başörtülü kadınlar bakımından belirleyici bir kırılma noktası oldu. MGK toplantısından çıkan 28 Şubat kararları ve sonrasında şekillenen uygulamalar, üniversitelerde ve kamu kurumlarında başörtüsüyle bulunmayı fiilen imkânsız hâle getirdi. Bu döneme ilişkin raporlar ve akademik çalışmalar, şu uygulamaları ayrıntılandırıyor: Üniversitelerde kayıt sırasında başı açık fotoğraf şartı getirilmesi, Başörtülü öğrencilerin derslere alınmaması veya kampüs girişlerinde sorun yaşamaları, kamu kurumlarında başörtülü personelin uyarı, disiplin soruşturması, görev yeri değişikliği ya da istifaya zorlama süreçleriyle karşılaşması. Bu tablo, doğrudan kadınların eğitim ve istihdam hakkını hedef alan bir siyasal ayrımcılık örneği olarak okunabilir. 1997 sonrasında yükseköğretim çağında olan, üniversite sınavını kazanmış pek çok genç kadın, “ikna odaları” gibi uygulamalara maruz kaldıkları için eğitim hayatına ara vermek veya başka çözümler aramak zorunda kaldı. Kimileri uzun yıllar sonra yeniden üniversiteye dönebildi; kimileri ise bu imkânı hiç bulamadı. Çalışma hayatında da benzer bir görünüm ortaya çıktı. Kamu kurumlarında başörtülü kadınların istihdamı ciddi biçimde azalırken, özel sektörde işveren tutumuna bağlı olarak daha örtük ama hissedilir bir seçici ayrımcılık yaşandı. 28 Şubat süreci bu yönüyle, kadınların eğitim ve çalışma yoluyla kamusal alana katılımının, siyasi kriz dönemlerinde ne kadar kırılgan olabildiğini gösteren çarpıcı bir örnek olarak hafızada yer etti.

Kaynak: Yenişafak
Ortak Nokta: Askeri Müdahaleler, Kadınların Kazanımlarını Nasıl Etkiliyor?
27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat, birbirinden farklı ideolojik zeminlerde ortaya çıkmış müdahaleler olsa da kadınlar açısından bakıldığında bazı ortak noktalar dikkat çekiyor. Kadınların siyasal temsilini zayıflatması, kurumsal kanalların daralması. Özellikle 12 Eylül’le birlikte siyasal partilerin kapatılması and örgütlenme kanallarının kapanması, kadınların temsil ve örgütlenme imkânlarını da kesintiye uğrattı. Haklara erişimde seçici sınırlamalar. Özellikle 28 Şubat’ta başörtülü kadınların özellikle yükseköğretim ve kamu istihdamından dışlanması, aynı anayasal çerçeve içinde farklı kadın gruplarının farklı muamelelere tabi tutulabildiğini gösterdi. Bu üç dönemi birlikte okumak, şu temel soruyu gündeme getiriyor: Siyasal kriz ve müdahale dönemlerinde, kadınların mevcut ve potansiyel hak kazanımları ne kadar güvencede?
Siyasal ayrımcılık, burada kadına yönelik şiddetin kurumsal ve yapısal bir biçimi olarak karşımıza çıkıyor: temsilden dışlanma, eğitime ve istihdama erişimin engellenmesi, siyasal katılım kanallarının daraltılması gibi süreçler, fiziksel şiddet içermese de kadınların yaşam imkânlarını daraltan, gelecek tercihlerini sınırlayan sonuçlar üretiyor. 25 Kasım vesilesiyle genellikle fiziksel, psikolojik, ekonomik ve cinsel şiddet türleri üzerinde duruluyor. Oysa Türkiye’nin yakın tarihine bakıldığında, askeri müdahale dönemlerinin de kadınların hayatına etkileri mutlaka bu çerçeveye dâhil edilmeli. Eğitim hakkının fiilen kullanılamaması, kamusal alanda görünürlük engelleri, siyasete katılımın önündeki (kadın-erkek fark etmeksizin) barajlar ve temsildeki cinsiyet dengesizliği; tümü, doğrudan kadın bedeniyle ilgili olmasa da kadınların yaşam imkânlarını daraltan ve geleceğini belirleyen ciddi sorun başlıklarıdır. 27 Mayıs’ın Yassıada’sından, 12 Eylül’ün sınırlandırılmış siyasal alanına 28 Şubat’ın üniversite kapılarından geri çevrilen genç kadınlarına uzanan çizgi, bize şunu hatırlatıyor: Kadına yönelik şiddet yalnızca bireysel eylemlerle değil siyasal kriz dönemlerinde bilerek veya bilmeden kollektif olarak da ortaya çıkmıştır. 25 Kasım’da geçmişe bu gözle bakmak hem hafızayı tazelemek hem de gelecekte benzer kırılmalar yaşandığında kadınların haklarının nasıl korunacağına dair daha güçlü, daha kapsayıcı bir tartışma yürütmek için önemli bir fırsat sunuyor.
[1] Yassıada’da erkek- kadın tüm koğuşların dinlendiği sonradan öğrenilmiştir.




