Osmanlı Devleti, Türk tarihinin en büyük ve en uzun ömürlü devletidir. 600 yıllık ömrünün 300 yılı, 3 kıtada yayılmakla geçti; geri kalan 300 yılı ise yayılan Avrupa karşısında direnmekle geçti. Üstelik 300 yıllık yayılma dönemindeki başarılar Avrupa’nın insan kaynakları, sermaye birikimi ve üretim kapasitesindeki üstünlüğe rağmen gelişti. Örgütlenme kapasitesi, merkezi devlet gücü ve düzenli/merkezi ordu bu başarının nedenleri arasındadır. Sonraki 300 yıllık süreç ise Avrupa’nın giderek artan saldırganlığına ve hemen her alandaki üstünlüğüne rağmen direnerek geçti. Osmanlı kadar Batı’ya uzun süre direnebilen bir devlet olmadığı rahatlıkla söylenebilir.

19. yüzyıla gelindiğinde “Bu devlet nasıl kurtulur?” sorusu hem devlet adamlarının –padişahlar dahil- ve hem de yeni açılan modern okullardan yetişen genç bürokratların yanıt aradığı soruydu. Bu süreç, sorunların büyüklüğü ve çözüm bulmanın zorluğu karşısında zaman zaman umutsuzluk da içermekteydi. Nitekim kısa ömrünü sürgünlerde geçiren ama vatan ve hürriyet uğruna mücadeleden vazgeçmeyen Namık Kemal, sonraki kuşakları derinden etkiledi. Mülk’ün vatan’a dönüşmesinin, hürriyet fikrinin ve Türklük bilincinin öncüsü oldu. Tüm mücadeleci ruhuna rağmen mezar taşına şunun yazılmasını istedi:

“Ölürsem görmeden millette ümid ettiğim feyzi

Yazılsın seng-i kabrime vatan mahzun ben mahzun”

Namık Kemal, devleti kurtarmak adına doğru bildiğini söylemekten ve onun için mücadele etmekten vazgeçmedi. Daha gençlik yıllarından itibaren vatan ve hürriyet aşkıyla şiir yazdı, piyes yazdı, gazete çıkardı. Ülke sorunlarına kafa yordu. Gelecek kuşaklara da hitap edecek şekilde şu soruyu sordu:

“Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini

Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini”

Namık Kemal’in mirasçısı olan ve Osmanlı modernleşme sürecinin bir parçası olan okullardan yetişen idealist kuşak on yıllar sonra onun bu çağrısına yanıt verdi. Kurtuluş Savaşı yıllarında TBMM kürsüsünden Mustafa Kemal Paşa hem kendi adına ve hem de millet/vekilleri adına şu dizeyi söyledi:

“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini

Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini”

Mustafa Kemal Paşa ve kuşağı (Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Rauf Orbay…) imparatorluğun dağılmasının bütün yükünü omuzlarında hissettiler. Nasıl ki Fatih İstanbul’u fethettiğinde 21 yaşındaysa Mustafa Kemal Paşa da Samsun’a çıktığında 38 yaşındaydı.

Mustafa Kemal Paşa ve kuşağını etkileyen Namık Kemal ve diğer Jön Türk (Yeni/Genç Osmanlılar) ileri gelenleri Avrupa’daki gelişmeleri yakından takip ediyorlardı. Osmanlı için yeni bir canlanma hayal ediyorlardı. Nitekim Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi’nin sonunda “Uyan ey yareli şir-i Jiyan bu hab-ı gafletten” (Ey kükremiş yaralı aslan, bu gaflet uykusundan uyan) demektedir. Yaralı aslan da, bu gaflet uykusundan uyanacak olan da Osmanlı’dır. Jön Türkler, Osmanlı’ya bir gençlik aşısı vermek amacındaydılar.

İkinci Meşrutiyet döneminin genç aydınlarının en büyük hayali devleti kurtarmak olmaya devam etti. Farklı siyasal eğilimlerden gelen Mehmet Akif, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Tevfik Fikret, Abdullah Cevdet gibi aydınlar bu hayali gerçekleştirmek için fikirler ürettiler. Gerçekten de İkinci Meşrutiyet dönemi –tüm diğer olumsuzluklarına rağmen- yakın dönem Türkiye tarihinin entelektüel olarak en verimli yıllarının başında gelmektedir. Değerli tarihçi, siyaset bilimci ve anayasa hukukçusu Tarık Zafer Tunaya bu yılları “Cumhuriyetin siyasi laboratuarı” olarak tanımlamaktadır. İkinci Meşrutiyet’in son yılı olan 1918, aynı zamanda imparatorluğun dağıldığı, Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgiyle sonuçlandığı ve umutların iyice karardığı bir yıldı.  Savaşın sonlarına doğru Mustafa Kemal Paşa, umutsuzluğa kapılanlara şunu söylüyordu:

“Her şeye rağmen muhakkak bir ışığa doğru yürümekteyiz.  Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim hakkındaki sonsuz sevgim değil, bugünün karanlıkları, ahlaksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik görmemdir“.

Dönemin diğer aydınları da geleceği gençlere emanet etmeyi, yeni bir nesil yaratmayı hayal etmişlerdi. Nitekim bu nesil Mehmet Akif’te Asım’dır, Tevfik Fikret’te Haluk’tur… Akif’in hayali dinsel hurafelerden kurtulan, Batı’da fen eğitimi alan bir nesildi… Bundan dolayı da Safahat’ta Asım’ı Berlin’e fen eğitimi almaya göndermişti.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinin idealist ve vatansever aydınları, gücün tümünü elinde toplayan mutlak monarşiye karşıydılar. Çünkü şahıs yönetimlerinin modern olmadığını ve ülkeyi felakete sürükleyebildiğini görmüşlerdi. Gerçekten de tarihte Napolyon ve Hitler örnekleri şahıs yönetimlerinin nereye varabileceğini açık bir şekilde göstermektedirler. Batı dünyası şahıs yönetimlerinin yol açtığı felaketleri geride bırakmasına rağmen Batı dışı toplumlarda şahıs yönetimlerini ilginç bir şekilde desteklemektedir. Bunun nedeni yürütme, yasama ve yargının ayrı olması yani kuvvetler ayrılığının olması ve gücün tek merkezde toplanmaması, ortak aklın varlığı, kontrol ve dengenin işlemesi ülkenin çıkarları açısından modern dünyanın temel parametresi olmuştur. Oysa Meclis’in, ortak aklın dışlandığı tek adamın olduğu yönetimlerde –bu bir tarikat lideri de olabilir, bir yönetici de- onlarla anlaşmak, iş bitirmek Batı dünyası açısından çok daha kolay ve hızlı amaca ulaşma imkanı sağlar. Ancak bu, hep milletlerin aleyhinedir.

Atatürk’ün öncülük ettiği Kurtuluş Savaşı başından itibaren ortak akılla hareket etme esasına dayanıyordu. Kuvayı Milliye ve Müdafaai Hukuk hareketi, kongreler toplayarak halkı dahil ederek ülkenin kurtuluşunu gerçekleştirmek istediler. İşgaller döneminde işbirlikçi Padişah-Halife ve hükümetine rağmen inisiyatif ele alınarak katılımcı bir demokrasi deneyimi yaşandı. 19 Mayıs bu kurtuluş mücadelesinin başlangıç noktasıdır.

Aslında yakın dönem Türkiye tarihi saltanat ve tek adam yönetimi yanlısı gericilerle çağdaş ve demokratik bir cumhuriyet kurmak isteyenlerin, şahsi yönetime, saltanata karşı olan ilericilerin mücadelesidir.

Türk bağımsızlık savaşı, 20. Yüzyılın ilk ve en büyük bağımsızlık savaşıdır. Bu, yine istisnai bir şekilde bir bütün gücün toplandığı Meclis eliyle yapıldı. O dönemde güç Atatürk’te değil, Meclis’te idi. Meclis öncesindeki kongreler döneminde de esas olan millete dayanmaktı. Dolayısıyla Kurtuluş Savaşı dönemini yöneten Gazi Meclis, hem savaşı yönetti ve hem de devlet kurdu. Dünyada eşi benzeri olmayan bir örnektir bu. Atatürk de tüm gücünü milletten ve bu Meclis’ten aldı. İşte kazanılan bağımsızlık savaşıdır ki çağdaş Türkiye’nin temellerini atabildi. Bunu da Atatürk, Meclis’e dayanarak, ondan onay alarak yaptı. Birinci Meclis yakın tarihimizin en güçlü meclisi idi. Egemenliğin millete ait olması ancak Birinci Meclis ve onu takip edenler Meclislerde gerçekleşebildi. Yine şu söylemek gerekir de eski Türkiye’nin merkezinde Meclis vardı. Yeni Türkiye’nin merkezinde meclis yok.

 Şüphesiz 19 Mayıs sadece bir gençlik bayramı değildir; tüm milletin bayramıdır. Uzun yüzyıllardan sonra Türk milletinin yeniden uyanışıdır, Türk Rönesans’ıdır. Cumhuriyetin ilk yüzyılını tamamlarken, Cumhuriyetin ikinci yüzyılında gençliğe ve millete düşen görev, Türkiye’yi insanlık aleminin en saygın ve en müreffeh ülkelerinden biri kılmak olacaktır. Bunun merkezinde yeniden Meclis’in olması bir zorunluluktur.