Birinci Meclis’in açılışının 100. Yılı yaklaşıyor. 2020’de Birinci Meclis’in 100. Yılı… Ondan önce Osmanlı Meclisleri olsa da Birinci Meclis onlardan farklıydı. Onun getirdiği temel parametre, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olmasıydı. Avrupa’da bizden birkaç yüz önce ortaya çıkan ve 19. Yüzyılda altın çağını yaşayan Meclis üstünlüğü sistemi, Türkiye’ye 1920’de biraz gecikerek geldi. Milli Mücadele’yi Birinci Meclis, bu ilkeye dayanarak yürüttü. İlk yaptığı eylem, kendini padişahın üzerinde tanımlamaktı. Dolayısıyla Meclis, her şeyin üstündeydi ve kendi üzerinde hiçbir güç tanımıyordu. Kendi üzerinde güç tanımayış ona olağanüstü bir güç de sağladı. Kurtuluş Savaşı, buna dayanarak yapıldı; Türk Devrimi buna dayanarak gerçekleştirildi. 

Türk Devrimi, uhrevi bir toplumu dünyevileştirdi. Avrupa bu değişimi, Ortaçağın sonlarından itibaren burjuvazinin öncülüğünde gerçekleştirirken, Türkiye bunu 20. Yüzyılda asker/bürokrat aydınların öncülüğünde gerçekleştirdi. Ortaçağ’ın sonlarına kadar zamanı belirleyen kilisenin çanlarıydı. Kısa zamanlı bu dünyanın yerine sonsuz öte dünyayı göstermekteydi. Oysa o tarihlerde burjuvazinin öncülüğünde kentlere saat kuleleri dikildi. Dolayısıyla yaşamı ve zamanı belirleyen artık kilise değil, laik yönetimlerdi, kent belediyeleriydi. Dünyevileşme idi bunun adı…  İşte Türk Devrimi bu değişimi 20. Yüzyılda gerçekleştirirken Milli Mücadele’yi yürüten ve haklı olarak kutsiyet atfedilen Gazi Meclis’e dayanarak, meşruiyetini buradan alarak yaptı. 

Ancak 20. Yüzyılın ilk yarısı, her iki dünya savaşı arasındaki dönem Meclis üstünlüğü sisteminin devrimci amaçların yanı sıra kötü amaçlar için de kullanılabileceğini gösterdi tüm Avrupa’ya… Örneğin Hitler seçimle iktidara gelmiş ve diktatörleşmişti. Anglosakson tipi demokrasilerin bilmediği ve görmediği, yeni bir şeydi bu. Bedeli çok ağır oldu. Lideri denetleyen kurumların ve Meclis’in olmayışı, İkinci Dünya Savaşı yıkımına ve felaketine yol açtı. 

Batı Avrupa, Meclis üstünlüğü sisteminden İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde hemen çıktı. Kontrolsüz gücün tehlikelerinin farkına vararak Anayasa’nın üstünlüğü sistemine yöneldi; Anayasa mahkemesi, Senato, kuvvetler ayrılığı, seçim sistemlerinin düzenlenmesi gibi değişiklik yapıldı. Orta sınıf güçlendirilerek, refah devleti dediğimiz yapı oluşturuldu. Türkiye ise, çok partili hayata anayasal bir değişiklik yapmadan Meclis üstünlüğü sistemiyle geçti. Dünyada benzeri görülmeyen bir şekilde, tek parti yönetimi kendi isteği ve iradesiyle dürüst bir seçimle iktidarı kendi içerisinden çıkan muhalefete teslim etti. DP ise, iktidarı aldıktan sonra hem demokrasi kültürünün zayıflığı ve hem de seçim sisteminin Meclis’te sağladığı ezici üstünlüğe dayanarak Meclis üstünlüğü sistemini kötüye kullandı. Otoriterleşti; hukuk devleti ilkelerinden uzaklaşarak, zayıf kuvvetler ayrılığından yürütmenin ezici tahakkümüne yöneldi. 27 Mayıs darbesi bu koşullarda geldi. 

27 Mayıs yönetimi ve Anayasası, DP iktidarının uygulamalarına bir tepki olarak şekillendi. Yürütmenin aşırı gücü, aşırı ölçüde törpülendi. Keskin bir kuvvetler ayrılığı getirildi. Çoğunluk sisteminin yerini nispi seçim sistemi aldı. Plansız ekonominin yerine planlı ekonomi geldi, DPT kuruldu. Anayasa Mahkemesi ve Senato oluşturuldu. Dolayısıyla Meclis üstünlüğü sisteminin yerine anayasanın üstünlüğü sistemi aldı. Ancak bunlar hem bir toplumsal uzlaşma ürünü değildi ve önceki döneme sadece tepki niteliği ile getirilmişti hem de Yasssıada yargılamalarının yarattığı travmanın ardından getirilmesi de doğal olarak toplumun bir kesiminin tepkisini çekmişti. Toplumsal uzlaşma eseri olarak gelmeyen bu sistem önce 12 Mart 1971’de budandı ve 12 Eylül’de tamamen değiştirildi. Yapılan restorasyon 27 Mayıs’ın getirdiği özgürlükleri kısıtlayan ve yürütmenin gücünü arttıran bir yapıyı beraberinde getirdi. 

16 Nisan 2017 tarihinde yapılan Anayasa değişikliği yepyeni bir sistemin kapısını açtı. Dolayısıyla 1920’den beri üç sistemin birbirini izlediğini söylemek mümkündür.

Meclis üstünlüğü sistemi (1920-1960).

Anayasanın üstünlüğü sistemi (1961-2017).

Cumhurbaşkanının üstünlüğü sistemi (2018 -) 

Meclisin gücünün sistemsel olarak 1961 anayasası ile budandığını ve 2017 anayasa değişikliği ile de büyük ölçüde azaldığını söylemek mümkündür. Malum bu haliyle Meclis; bütçeyi, hükümeti (Cumhurbaşkanlığı hükümetini) denetleme işlevini yitirmiş durumdadır. Üstelik kendi içerisinden hükümet çıkaramadığı gibi sadece sıradan bir yasama organına dönüşmüş durumdadır. Mevcut sistem yürütmenin gücünü 1982 anayasa değişikliğinin de çok ötesine taşımış durumdadır. Artılarını ve eksilerini gelecekte göreceğiz.

Eski sistemin yarattığı sorunlar bilinmekle beraber ben bu yazımda bir başka noktaya dikkat çekmek isterim. Parlamenter demokrasi, dış baskılara direnmek açısından çok daha dayanıklıdır, dirençlidir. Örnek mi? 1970’lerin başında haşhaş ekimine ilişkin yasak, ABD’nin baskısıyla 12 Mart askeri yönetimince kondu. Bunu kaldıran Ecevit hükümeti oldu. 12 Mart’tan çıktıktan sonra… 

Kurtuluş Savaşı’nı yürüten de Birinci Meclis’ti… Atatürk’ten sonra yine Meclis’e dayanarak emperyalist güçlere direnerek ve Meclis’e dayanarak Kıbrıs Barış Harekatı’nı yapan da Ecevit’ti… Yunanistan’ın NATO’ya dönmesini 12 Eylül’e kadar engelleyen de Ecevit ve Demirel’di. Her ikisi o dönemde anlaşamasa da Yunanistan’ın NATO’ya dönüşünü kabul etmediler. Onların kırık dökük hükümetlerinin direnişini anlı şanlı 12 Eylül yönetimi gösteremedi. Parlamenter demokrasi, daha dirençliydi büyük devletlere… 

Daha yakın zamanlardan örnek vereyim.   

1 Mart 2003’deki tezkere öncesinde, daha Ecevit Hükümeti (DSP-MHP-ANAP koalisyonu) zamanında ABD Irak’a müdahale etmek istediğini belli etmiş ve Ecevit buna sıcak bakmamıştı. ABD’nin Ecevit’e ilişkin bakış açısının olumsuz olarak değişmesinin nedenlerinin başında bu gelmekteydi. 2002’de AK Parti’nin iktidara gelişiyle birlikte ABD umutlandı. Ancak tezkereye yine direnen Meclis’ti. Bunlar arasında AK Partili milletvekilleri de bir hayli önemli yer teşkil etmişti. 

Bir kişiyi etkilemek kolaydı ama yüzlerce kişiden oluşan bir Meclis’e etki etmek o kadar kolay mıydı? Değildi… Nitekim işler ABD’nin istediği yönde gelişmedi. 

2004’te Kıbrıs’ta Anan planı dolayısıyla Başbakan Mehmet Ali Talat ile Cumhurbaşkanı Denktaş arasında sorun çıkmış. Planla ilgili anlaşmazlık, siyasal kriz de yaratmıştı. O süreçte Ecevit, Cumhurbaşkanı Sezer’e Kuzey Kıbrıs’ta başkanlık sistemine geçilmesini önermişti. Muhtemelen bunu o dönemde –Denktaş’a da sıcak bakmayan- AK Parti hükümeti benimsememişti. Küçücük Kuzey Kıbrıs’ta uygulamadığımız sistemi 80 milyonluk Türkiye’de uygulayacağız. 

Yeni sistem tarihsel olarak var olan bir kurumumuzu da ortadan kaldırdı: Başbakanlık… Eski Türk devlet geleneğinde hakanın yanında vezirin önemi büyüktü. Bilge vezir Tonyukuk’tan Nizamülmük’e ve ondan Sokollu’ya ve sonraki vezirlere/veziriazamlara/sadrazamlara kadar sultanın en önemli yardımcısı konumundaydı. Binali Yıldırım ile birlikte bu makam sona erdi… Sırada kendisinin Meclis başkanı olması var sanırım… 

Batılı devletleri üstün kılan şeylerin başında kurumsallaşmaları, katmanlı ve sınıflı toplumsal yapılarıdır. Güç, bütün toplumsal kesimler içerisinde dağıtılmış durumdadır. Bu onları daha güçlü, daha yenilmez kılmaktadır. Gücü tek kişiye vermenin yaratacağı sakıncaları görmek, gücü dağıtarak güçlenmek gerekir. Doğrusu da budur. Hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığına dayanan parlamenter demokrasi de bunu sağlayan unsurların başında gelmektedir. Yurttaş ve birey olmanın önemi burada bir kere daha ortaya çıkmaktadır. Kurulan tarikatların/cemaatlerin liderlerini kontrol eden dış güçler, size daha kolay müdahale etmiyorlar mı? Şeyh-mürit ilişkisini değil, yurttaş ve birey temelli demokratik rejimi inşa etmek zorundayız. Cumhuriyetin kurucu babaları da bunu hedeflemişlerdi.