Yakın dönem Türkiye tarihi aynı zamanda ekonomik krizler tarihidir. Bu ekonomik krizleri şöyle sıralayabiliriz:

Ekmek ve su! Ekmek ve su!

—  1929-1931

—  1958-1961

—  1978-1981

—  1988-1989

—  1994

—  1998-2002

Yukarıda sayılan büyük krizlere ek olarak 1947, 1969, 1982 ve 1991 krizleri küçük krizler olarak sayılabilir.

Dünyadaki gelişmeler ve ülke ekonomisinin geçirdiği kırılganlıklar, zaman zaman uygulanan yanlış politikalar ekonomiyi krize soktu. Türkiye uzun yıllardır –özellikle 1980 sonrasında- ekonomik anlamda kötü yönetilen ülkeler arasında. Bunun nedeni 1980’lere kadar süren ithal ikameci sanayileşme politikalarının yerini üretimden ziyade tüketim odaklı, ithalat odaklı ekonomi politikalın alması belirleyici oldu. İthalat ile İhracat arasındaki dengesizlik, cari açık ve popülist ekonomi politikaları (üretim ve ihracat odaklı sanayileşme yerine kaynakların inşaata ve tüketime aktarılması) Türkiye’nin dünyada en kötü yönetilen ekonomiler arasında olmasına yol açıyor.

1990’lı yıllarda kamu ağırlıklı harcamalar için devletin kamu bankalarından borç kullanması ve süreç içerisinde borç yükünün döndürülemez hale gelişi, çözüm arayışlarını da beraberinde getirdi. Söz konusu dönemde özel bankalar da yüksek faizle mevduat topladı; bankalar arasında yüksek faiz yarışı yaşandı. Bankalar yüksek faizle topladıkları bu mevduatla devlete yüksek faizle borç verdiler.

1991 genel seçimlerinde iktidar ile muhalefet arasındaki vaat yarışı yaşanmıştı. ANAP iktidarı kaybetmiş, yerine DYP-SHP koalisyon hükümeti gelmişti. Bu dönemde ANAP kökenli Turgut Özal da Cumhurbaşkanıydı. Özal’ın 17 Nisan 1993’te hayatını kaybetmesinin ardından dönemin başbakanı Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı oldu. Eski sistemde başbakanlık en üst icra makamı olmasına rağmen Demirel cumhurbaşkanı olmayı tercih etti. Onun deyimi ile “Cumhurbaşkanlığı öyle makamdır ki hiçbir fani (ölümlü) bu makamı geri çeviremez”.

Körfez Savaşı’nın yaşadığı ve Irak’ın parçalanma sürecine girdiği, PKK terörünün tırmandığı, Refah Partisi’nin yükselişe geçtiği bu dönemde Demirel’in yerine ekonominin başındaki Tansu Çiller başbakan oldu. Çiller başbakan olarak ekonomi yönetiminde söz sahibi olan bütün kamu kurumlarını kendisine bağladı. Ekonominin alarm zilleri çaldığı 1993 yılı sonunda ve 1994 yılı başında bütçe açığı rekor düzeye ulaşmıştı ve üstelik cari açık da ciddi bir artış göstermişti.

Çiller’in başbakanlığındaki koalisyon hükümeti kamunun üzerindeki borç yükünü hafifletmek için faizleri indirme kararı aldı. Son içinde bulunduğumuz ekonomik krize yol açan nedenlerin başında gelen faiz indirme meselesi yaklaşık 30 yıl önce de yaşanmıştı. Ekonominin o kadar kırılgan olduğu, cari açığın, bütçe açığının tavan yaptığı bir dönemde faizleri indirmek bir ekonomist olarak Çiller’in yaptığı en büyük yanlıştı. Yayarak yönetmek, ciddi ekonomik önlemler almak yerine düşük faizle borçlanabilmek için faizleri indirmeye çalışmak intihar etmek gibi bir şeydi. Hükümetin benimsediği politikalar arasında Hazinenin borçlanma ihalelerini iptal etmek, tahvil ve bonodan elde edilen gelirlere ilişkin vergi oranlarını arttırmak, borçlanamama riskini beraberinde getirecekti. Borçlanamayış da yeni gelir kaynaklarının arayışına yol açtı. Bu noktada Hükümet, PTT’nin T’sini (telefon) satma kararı aldı. Böylece telefon hizmetlerinin özelleştirilmesi süreci başlamış oldu.

PTT’nin T’sinin özelleştirme kararının alındığı tarihlerde Türkiye’nin toplam borcu 40 milyar dolar civarındaydı. Özelleştirmeden elde edilmesi beklenen tahmini gelir de 35-40 milyar dolar kadardı. Özelleştirme süreci Anayasa Mahkemesine takıldı. Telefon özelleştirmesinin Anayasa Mahkemesi tarafından iptali zaten kırılgan olan ekonomide ciddi sorunlara yol açtı. Zaten faiz indirme politikaları tedirginliği arttırmıştı. Anayasa Mahkemesinin iptali, Türkiye’den yabancı sermaye çıkışına yol açtı. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları da Türkiye’nin kredi puanını düşürdü. Bu tam da devasa bir ekonomik krizin kapısını açtı. 

Ocak 1994’te Türkiye’den sermaye çıkışı başlayınca dolar bir günde % 14 değer kazandı ve sonraki süreçte de değer kazanmaya devam etti. Ocak-Nisan 1994 tarihleri arasında birkaç ay içerisinde Türk lirası dolar karşısında % 160’ın üzerinde değer kaybetti. Faizlerde –gecelik faizler de dahil- olağanüstü artışlar meydana geldi. Ekonomik krizi durdurmak adına Çiller Hükümeti, 5 Nisan 1994 tarihinde bir ekonomik önlem paketi açıklamak zorunda kaldı. Paket kapsamında Türk lirasında devalüasyona gidildi. Tekel ürünleri ve akaryakıt başta hem zam yapıldı ve hem de vergi oranlarında ciddi bir artışa gidildi. Açıklanan paket ve alınan önlemler sonucunda Mayıs 1994 tarihinde IMF (Uluslararası Para Fonu) 14 aylık bir stand-by (ekonomik taahhüt) antlaşması yapılmak zorunda kalındı.

1990’lı yıllar Türkiye açısından zorlu yıllardı. Terör, faili meçhul cinayetler, siyasal kutuplaşmalar ve ekonomik krizlere ilave olarak 1997’deki 28 Şubat muhtırasını hatırlamak gerekir. 1994 ekonomik krizinin ardından alınan önlemlerle ekonomide geçici bir rahatlama meydana geldi. Ancak 1998’de Rusya’nın ekonomik krize girmesi Türkiye’yi de derinden etkiledi. Çünkü Rusya –bugünkü kadar olmasa da- Türkiye’nin en önemli ekonomik partnerlerinden biriydi. Ardından 1999 depremi ekonomik sıkıntıların katlanarak artmasına neden oldu. Dönemin siyasal çalkantılarına ilave olarak ekonomik kırılganlık devam etti. Ekonomik göstergeler 2000 yılının başında yeni bir ekonomik krizin kapıda olduğunu göstermekteydi. Kriz belirtilerinin krize dönüşmesi 2001 yılı itibarıyla gerçekleşti. Dönemin koalisyon hükümetinde –özellikle başbakan Ecevit’in sağlık sorunlarının da etkisiyle- yaşanan sorunlar krizi derinleştirdi. Ekonominin başına getirilen Kemal Derviş’in günlük siyasal polemiklerin içine girişi, ekonomik krizden çıkılması için önlemlerin sürdürülmesi gereken ortamda erken seçimi beraberinde getirdi.

1994 ekonomik krizi, yerel ve genel seçimlerde Refah Partisi’nin yükselmesinin önünü açarken 2001 krizi de AK Parti’nin önünü açtı. Bu süreçte muhalefet partileri parçalanmışlık ve karizmatik lider eksikliği nedeniyle birer birer etkisizleştiler. Geride kalan iki kurumsal parti oldu: CHP ve MHP. Bu partilerin muhalefetteki varlığı onları iktidar alternatifi kılmadı. Onları siyasal hayatta bırakan partilerin kurumsal kimliği idi. Ancak karizmatik lider eksikliği bu partileri ve diğer partileri iktidar alternatifi bir pozisyona taşıyamadı. Nitekim ekonomik kriz ortamında gerçekleşen 2023 seçimlerinde –Türk siyasi hayatında istisnai bir şekilde- AK Parti iktidarını muhafaza edebildi.

Türk devlet kültürü ve devlet aklı, sıklıkla ve haklı olarak da övünülen bir özelliktir. Bu, geçmişten ders çıkarabilme imkanı da sağlar. Bu kadar köklü tarihi olan bir millete de yakışan budur. Ancak dış politika alanında Irak’ın parçalanmasının Türkiye aleyhine yaratacağı olumsuz etkilerin önceden değerlendirilemediği ortadadır. Ardından takip eden 20 yıl içerisinde aynı şeyin Suriye’de de yaşanması kayda değerdir. Oysa Türk devlet kültürü ve aklı, hem Irak’ın hem de Suriye’nin parçalanmasına izin vermemeliydi. Gereken dersler çıkarılmalıydı. Aynı durum 1994 ekonomik krizindeki faiz indirme politikalarının  benzerinin günümüzden birkaç yıl önce yaşanmasında da geçerlidir. Mehmet Akif’in dediği gibi ders çıkarılırsa tarih tekrar etmez. Ders çıkarılmazsa bize öğretene kadar kafamıza vura vura tekrar etmeye –hem de daha şiddetli bir şekilde- devam eder.