27 Mayıs 1960 darbesi, Cumhuriyet döneminin ilk askeri darbesidir. DP iktidarının giderek otoriterleşmesi, yürütmenin yasama organı ve yargı organı üzerinde giderek egemen hale gelmesi, 1958 yılından itibaren siyasal cepheleşme ve ekonomik krizin tırmanması 1950’lerin başındaki umutlu ve iyimser havayı, 1950’lerin sonuna doğru karamsar ve iç karartıcı bir hale getirdi.

DP iktidarı açısından son kırılma noktalarından biri olan Tahkikat Komisyonu’nun kurulması (27 Nisan) ve buna karşı öğrenci olaylarının patlak vermesi (28 Nisan) üzerine Başbakan Menderes, önemli bir Anayasa Hukukçusu olan Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’i arayarak Ankara’ya çağırdı. Başgil, Menderes’in daveti üzerine Ankara’ya geldi. Cumhurbaşkanı Bayar, kendisini yemeğe çağırdı. DP ileri gelenleri ile birlikte Çankaya’da yemek yediler. Tarih 29 Nisan’dı. Yemekte Başgil, Tahkikat Komisyonu’nun kurulmasına değil, ona verilen yetkilere karşı çıktığını, tanınan yetkilerin Anayasa’ya aykırı olduğunu söyledi. Bu durum, Menderes ve Bayar’ın hoşuna gitmese de Başgil’i dinlemeye devam ettiler. Başgil, sertlik yanlısı politikalardan vazgeçilmesini önerdi. Basına getirilen kısıtlamaları ve TBMM görüşmelerinin yayınlanmasının yasaklanmasını eleştirdi. İstanbul Üniversitesi’ndeki olaylar sırasında Ordu ile üniversite gençliği arasındaki yakınlaşmaya dikkat çekti.

Başgil, iktidarın ne yapması gerektiğine dair soruyu yemekten sonra daha dar bir gruba yanıtladı. Bu grupta Bayar, Menderes, Meclis Başkanı Refik Koraltan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu vardı. Başgil şu net önerilerde bulundu:

“Her şeyden önce, Menderes Kabinesi derhal istifa etmelidir. Bundan sonra, mümkün olduğu nisbette, muhalefete de birkaç bakanlık vererek, Meclisteki mutedil şahsiyetlerden yeni bir kabine kurmalıdır. Böylece, bir nevi koalisyon kabinesi, daha doğrusu milli birlik kurulmuş olacaktır. Bu yeni hükümet, kendisinden öncekinin takip ettiği politikayı bir yana bırakarak tam serbesti içinde kararlarını alacak ve Meclise, Anayasa’ya aykırı olduğu iddia edilen kanunların, bilhassa Salahiyetler Kanununun tadilini teklif edebilecektir. Bu şekilde hareket edilince, artık muhalefet, hükümeti itham etmek için bir bahane bulamayacak ve siyasi tansiyon düşecektir”.

Gerçekten de Başgil’in önerileri son derece yerindeydi. Siyasal tansiyonun düşmesinin ardından gidilecek erken seçimler, Türkiye’de demokratik yollarla iktidarın değişmesinin gelenekleşmesinin önünü açacaktı.

Bayar, Başgil’in önerisine şiddetle karşı çıktı. Bunu “zaaf alameti” olarak tanımladı ve rakiplerinin cesaretlenmesine yol açacağını ileri sürdü. Bayar’a göre buhran zamanında hükümeti değiştirmek yersiz bir hareketti. Yapılması gereken sert tedbirler almaktı.

Menderes ise, sorunun kaynağı kendi ise istifa edebileceğini, ancak hükümetin istifası durumunda işlerin daha kötüye gidebileceğinden endişe duyduğunu söyledi. Sokak eylemleriyle Türkiye’de istifa eden bir hükümetin olup olmadığını soran Menderes’e Başgil, yine soruyla cevap verdi:

“Siz bana tarihimizde on seneden beri bu memlekette gerçekleştirilmeye çalışılan demokrasiye benzer bir demokrasi örneği verebilir misiniz?”

Başgil, kendi sorusunu kendi yanıtladı. Böyle bir gelenek hiç oluşmamıştı:

“Ve Sayın Başvekil bundan böyle ilk defa bu nevi bir örf ve adeti ortaya çıkarmak şerefi size düşmektedir”.

Görüşmenin ardından toplanan Bakanlar Kurulu da bu isteği kabul etmedi. Dolayısıyla 27 Mayıs öncesinde iktidarın eline geçen son fırsatlardan biri de değerlendirilemedi. Mayıs ayında da siyasal gerilim tırmanmaya devam etti. 555K olayları ve 21 Mayıs’taki Harp Okulu öğrencilerinin sessiz yürüyüşü göz göre göre gelen askeri darbenin kilometre taşları oldular.

Tahkikat Encümeni üyesi Nusret Kirişçioğlu’nun hazırladığı Encümen Raporu, CHP’ye yönelik ağır suçlamalardan sonra yürütme, yasama ve yargı alanlarına dair önlemler de sıralamaktaydı. Kirişçioğlu’nun raporunda dile getirilen öneri, CHP’nin kapatılmasıydı. DP’de Tahkikat Encümeni’nin raporu yönünde değil de, Başgil’in önerileri yönünde eğilim olsaydı ve bunlar uygulanabilseydi, askeri darbenin gerçekleşmemesi olasıydı. Ordunun siyasetten uzaklaştırılması Atatürk’ün önemli başarılarından biriydi. 1924’te gerçekleşen bu politika 36 yıl boyunca sürdü. Atatürk’ün vefatı ve 1950 seçimleri gibi tarihi olaylar sırasında da devam etti. Bu, Atatürk’ün ve halefi İnönü’nün başarısıydı. Ordunun siyasetle uğraşarak darbe sürecine yönelmesinin ana sorumlusu DP’dir.

Askeri darbe neticede DP’yi iktidardan uzaklaştırdı. 1961 seçimlerinde CHP askeri darbeyle özdeşleştiğinden -1957’ye nazaran- oy kaybetti. Bunda CHP’nin askeri darbeyle özdeş hale gelmesinin de etkisi vardır. 27 Mayıs’ın getirdiği özgürlükçü ortamın artılarını bir kenara bırakarak, darbenin iki önemli olumsuz sonucu olduğuna dikkat çekmek gerekir. Birincisi Türkiye’de askeri darbelerin zincirinin başlangıcı olmasıdır. İkincisi ise Menderes’lerin idamıdır.

Menderes’e idam cezasının verilmesi üzerine İnönü, 13 Eylül 1961 tarihinde Milli Birlik Komitesi Başkanı ve Silahlı Kuvvetler Başkomutanı Cemal Gürsel’e bir mektup gönderdi. O dönemde dile getirilen ancak kamuoyuna açıklanmayan mektup, idam cezasının uygulanmasından 5 yıl sonra kamuoyuna açıklandı (Ekim 1966). Mektupta Yassıada davalarında verilmesi muhtemel idam cezalarının engellenmesi istemekteydi ve idamların milli menfaatlere aykırı olacağı uyarısında bulunulmaktaydı:

“Orgeneral Cemal Gürsel,

Sayın Silahlı Kuvvetler Başkumandanı ve Milli Birlik Komitesi Başkanı,

Yassıada kararları tebliği ve ilan edilmek üzeredir. Kararlar arasında ölüm cezaları bulunursa, bunların infazı Anayasa’ya göre Milli Birlik Komitesi’nin tasdikine bağlı olacaktır.

Kararın tebliğinden iki gün evvel yüksek makamınıza müracaat ederek ölüm cezalarının infazı hususundaki ciddi endişelerimin Milli Birlik Komitesi’ne duyurulmasına tavassut buyrulmasını istirham ediyorum.  

Memleketin siyasi hayatında mesuliyet sahibi olarak idam cezalarının tasdikindeki büyük zararları arzetmek için başka bir vasıtamız ve çaremiz olmadığından, müracaatımın zaruri görülmesini saygılarla rica ederim.

Mahkemenin her tesirden uzak olarak tam bağımsızlıkla karar vereceğine ve mahkemenin vereceği kararların adil olacağına şüphe yoktur. Ancak, Milli Birlik Komitesi üyeleri, ölüm cezalarının infazı için son söz sahibi olmak selahiyetiyle teçhiz edilmişlerdir. Bu hususta Milli Birlik Komitesi üyeleri hakimlerin kararlarına mesnet teşkil eden hukuki ve kanuni unsurlar dışındaki bazı gerçekleri ve zaruretleri göz önünde bulundurmak mevkiindedirler. Ben bu müracaatımla, memleketin selameti bakımından hayati ehemmiyette saydığım bu gerçekleri ve zaruretleri ortaya koymak istiyorum.

Memleketimizin bugünkü halinde ne kadar az sayıda olursa olsun, ölüm kararlarının tasdik ve infazı yüksek milli menfaatlere her suretle aykırıdır. Kansız bir ihtilal yapıldı. Böyle bir ihtilalden bir buçuk sene sonra, geçmiş iktidar erkanının siyasi suçlarından dolayı idam edilmeleri, siyasi idamların bünyesinde zaten mevcut olan hak tereddüdünü azami ölçüde arttırmış olacaktır. Suçlarının en ziyade kahrını çekmiş vatandaşlar bile bu infazı aşırı bulacak ve müteessir olacaklardır. İhtilalden bir buçuk sene sonra seçimlere gidiyoruz. Eski, yeni siyasi parti mensupları arasında yaklaşma ve anlaşma çareleri arıyoruz. Bu çabalama içinde artık eskimiş olan siyasi partiler arasında ve memlekette manen huzur teessüsünü imkansız kılacaktır. Unutmamalı ki, yarın seçime gidecek ve seçimlerden sonra idareye katılacak siyasi partilerin çoğu, geçmiş iktidar partisinin mensuplarına büyük mikyasta isnat etmektedir. Bunlar yalnız seçim esnasında değil, seçimden sonra da ruhlardaki daimi bir yarayı işletmekten geri kalmayacaklardır. Ceza tatbikinin bünyesinde taşıdığı ibret ve tenbih hassaları, şimdi infaz yapılmamasında daha ziyade mevcuttur. Memleket huzurunun ve vatandaş münasebetlerinin iyi yola girmesi için ümitlerin bağlanabileceği tek çare bundan ibarettir. Suçluların idam olunmaması, ayaklanma teşebbüsünde olacakların cüretini artıracağı mübalağa edilmemelidir. Ayaklanma teşebbüsünün maddi kuvveti hiçbir zaman devlet ve hükümetin kuvvetiyle başa çıkamaz. Bu teşebbüslerin dikkate alınacak tarafları daha ziyade ruhi ve manevi kuvvetleridir. Bu kuvvetler ise, idam cezasının infaz olunmasıyla artmak ve infaz olunmamasıyla zayıflamak istidadındadır. İnsanların tecrübesinin bir değeri varsa, bizim her yerde gördüğümüz sonuç budur.

Sayın Orgeneral,

Biraz da infaz meselesinin bir diğer önemli tarafına temas etmek isterim. Mahkemenin vereceği kararlara tesir edilmemesi ve mahkemece verilen kararların tatbik edilmesi ordunun isteği olduğundan bahsedilmektedir. Mahkeme kararlarına tesir edilmemesi arzusu ordu için tabii bir ihtiyaçtır. En büyük milli müessesemiz olan ordumuzun adalet bağımsızlığı fikri ile dolu olmasını, millet anlayışının bir yankısı saymak lazımdır. Bu arzu takdire ve saygıya layıktır. Yalnız, ölüm cezasının infazı ayrı meseledir. Nitekim Anayasa bunu, Milli Birlik Komitesi’nin hususi kararına bağlayarak kayıt ve şart altına almıştır. Eğer varit ise, ordu adına Milli Birlik Komitesi’nin idam kararının tasdikine icbar edilmesi haksız ve kanunsuzdur. Ordu adının böyle bir mevzuda kullanılması, Türk ordusunun ebedi şerefine karşı saygı duygusu ile telif olunamaz. Ordu tesiriyle bir infaz muamelesi millette orduya karşı deva bulmaz bir kırgınlık yaratacaktır. Milletle ordu arasına girecek böyle bir hatıranın tepkisini düşünmek insana dehşet veriyor.

Hülasa, infaz kararında ordunun tesirini Milli Birlik Komitesi’nce yerine getirmek, akla gelebilecek mahzurların en büyüğünü taşır ve tarih önünde, karar verenlere de verdirenlere de hesapsız vebal yükler. Ordunun böyle bir tesir yaptığına ve yapacağına asla inanmıyorum. Milli Birlik Komitesi’nin, ağır ve şerefli vazifesini tamamlarken, memleketin selameti bakımından duyduğum endişelerin üzerinde duracağını ümit ediyorum.

Sayın Orgeneral,

Türkiye bugün bir ittifak manzumesinin içindedir. Her meselenin önünde, milli savunma için müttefikler arasında haysiyetli ve itibarlı bir mevkide bulunmamızın büyük ehemmiyeti vardır. Bu bizim için öyle bir ihtiyaçtır ki, bunda kusurlu olmak, hatta ittifak manzumesi içinde bizden daha kusurlu üyelerin bulunması ihtimalinde bile bizim için mazeret teşkil etmez.

Siyasi suçlardan dolayı ölüm cezası, bugün yeryüzünde hemen hiçbir medeni ülkede kalmamış gibidir. Türlü tehlike karşısında bulunan memleketimizin bekçileri ve koruyucuları olan Milli Birlik Komitesi üyelerinin ellerindeki aziz emaneti vahim bir itibar buhranına maruz bırakmayacaklarını hulus ile ümit ediyorum.

Sayın Orgeneral,

İnfaz meselesinde düşündüklerimi şimdiye kadar muhtelif vesilelerle size ve temas edebildiğim Milli Birlik Komitesi üyelerine tam bir açıklık ve kesinlikle söylemekte kusur etmedim. Şimdi resmi vazife olarak son kararı vereceğiniz anda Milli Birlik Komitesi’ne bu konudaki düşüncelerimin resmen bildirilmesini sizden niyaz ediyorum.

Üstün saygılarımın kabulünü istirham ederim Sayın Orgeneralim. 13 Eylül 1961.

İsmet İnönü”.

İnönü’nün mektubu, haklı uyarılar içermekteydi ve bir sağduyunun, öngörünün de eseriydi. Ancak tahmin edilen idamların onaylanmasını engellemeye yetmedi. CHP, bu mektubu bir siyasal malzeme de yapmadı. Hakkında yapılan tüm suçlamalara rağmen seçim meydanlarında mektubu kullanıp oy avcılığı yapmaya da girişmedi. İnönü, her zamanki gibi devlet adamı sorumluluğunu yerine getirmişti.

İnönü’den önce bir mektup da Alparslan Türkeş tarafından yazılmıştı. Türkeş, darbenin “kudretli albay”ı idi. 1960 yılı Kasım ayında, darbeden 6 ay kadar sonra 14’ler olarak tasfiye edilenler Milli Yol Dergisi’nin 26 Ocak 1962 sayısında, idamlardan birkaç ay sonra yayımlanmıştı. Türkeş, Gürsel’e yazdığı mektupta “Siyasi suçlardan dolayı ölüm cezalarının verilmesi, bugünün insanlık duygularına uymamaktadır” demekteydi.

Darbelerin geride kaldığı, siyasetçilerin demokrasi dışı yollara sapmadığı, yargının siyasallaşmadığı (bkz. Tahkikat Komisyonu, bkz. Yassıada, bkz. Ergeneko-Balyoz davaları…) kuvvetler ayrılığının kökleştiği, seçimle iktidar değişiminin gelenekleştiği ve Cumhuriyetin kurucu değerlerinin hakim olduğu bir Türkiye diliyorum.