Demokrasi, Batı dünyasında yüzyıllardır sınıfsal, sosyal ve ekonomik temelde şekillenmektedir. Ancak ilginç bir şekilde Ortadoğu coğrafyasında ülke yönetimlerinin etnik, dinsel ve mezhepsel kesimler arasında paylaştırıldığı görülmektedir. Bunun literatürdeki adı konfesyonizm’dir. Gücü/iktidarın mezhepler arasında nüfuslarına göre özellikle büyük güçlerin müdahalesiyle paylaştırılması meselesidir.
Son yıllarda bölgenin mezhepler ya da kimlikler arasında bölünerek, istikrarsızlaştırılmasına dikkat çeken pek çok yazı yazdım. Bunun adı Lübnanlaşma. Lübnan için Küçük Ortadoğu deyimi kullanılır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Fransa’dan ayrılıp bağımsız oldu. Aslında Fransız mandaterliği altına girdikten sonra mezhep temelli ayrışma arttı ve giderek kurumsallaştı. Bu, Lübnan’ı daha kırılgan, iç çatışmaya meyyal hale getirdi. Nitekim 1974-1989 arasında Lübnan iç savaşı bu durumun sonucudur. Lübnan’da 18 etnik, dini ve mezhepsel grup var. Bunların 11’i parlamentoda temsil ediliyor. Cumhurbaşkanı Maruni, Başbakan Sünni, Meclis Başkanı Şii. Üstelik dağılım bundan ibaret değil 1989’daki yapılan Taif antlaşmasına göre 128 parlamento üyesinin 64’ü Hıristiyan, 64’ü Müslüman. 64’ler milletvekilliği kendi cemaatleri arasında nüfuslarına göre paylaştırılıyor. Ancak sistem o kadar tıkanmış durumda ki, son nüfus sayımı 1932’de yapılabilmiş. Nüfus bile sayamayan bir sistem söz konusu. Bu noktada diğer mezheplerin nüfusu ya daha fazlaysa kaygısıyla 93 yıl önceki nüfus sayımı esas alınıyor. Yeni nüfus sayımı muhtemelen iç savaş doğuracaktır. Dağılım bakanlıklar, belediye başkanlıkları, valiliklere, bürokrasiye, genelkurmay başkanlığına kadar ayrıntılı olarak belirlenmiş. Sistemde uzlaşma sağlamak pek mümkün olmuyor. Yıllarca başbakan, cumhurbaşkanı seçemedikleri oluyor. Sistem tıkanıyor. Seçimler yenilenemiyor, parlamentonun ya da cumhurbaşkanının görev süresi uzatılabiliyor.
Aslında bu modelin ilk esinlendiği yer kısmen Birinci ve İkinci Meşrutiyet Osmanlı Parlamentosu. Ancak bu parlamentoda üçte iki Müslüman, üçte bir Hıristiyan vardı. Bunun dışında kimlikler arasında bir dağılım yoktu. Osmanlı millet sistemi de buna benzetilebilir. Ancak her iki uygulama da bugün bölgede uygulanan sistemle pek örtüşmüyor. Konfesyonizm, Batı’nın sınıf kavramı yerine mezhepleri koyduğu, kuvvetler ayrılığı yerine mezhepler arasında gücün paylaşımını dayattığı bir sistem. Her mezhebin cemaat sistemi içerisinde önce çıkan aileler yönetimi ellerinde tutuyor ve bırakmak istemiyor. Bu sistemin ayrışmayı artırdığı ve milletleşmeyi önlediği çok açık. Üstelik her mezhep kendine komşu ülkelerden ya da büyük güçlerden destek sağlıyor. Bu işi içinden daha çıkılmaz hale getirebiliyor. Nitekim Lübnan bunu hep yaşadı.
Üniversitede dünya demokrasi tarihinden örnekler noktasında Lübnan modelini de derslerimde son yıllarda anlatmaya başladım. Bu modelin Irak’ta Saddam yönetiminin devrilmesiyle birlikte uygulandığı görülmektedir. Dolayısıyla model yaygınlaşmakta. Irak’ta Cumhurbaşkanı Kürt, Başbakan Şii, Meclis Başkanı Sünni. Kürtlerin bölgesel yönetimleri de var. Dolayısıyla Kürtler Irak’ta hem ayrı yönetime sahipler hem de bütüne ortaklar. İlginç ve dikkat edilmesi gereken Kürtlerin ulusal bir kimlikle bir bütün olarak tanımlanmaları ama Arapların mezhep Sünni ve Şii diye ayrılmaları. Batı Kürtleri ulusal kimlikte birleşmeye iterken Arapları ve diğer unsurları mezhep temelinde bölüyor.
Irak’tan sonra Suriye muhtemelen bu şekilde yeniden dizayn edilecek. Irak’taki model 2003’teki işgalden birkaç yıl sonra yürürlüğe kondu. Aynı model çerçevesinde Suriye’de de benzer bir tablo oluşacaktır. Dünyada demokrasi endeksine baktığımızda Irak ve Lübnan gibi ülkelerin mezhepçi yapılanmaları onları demokratikleştirmemiştir. Onlar demokrasi dışı rejimler olarak, otokrasiler olarak tanımlanmaktadır.
Türkiye’ye gelince Türk tarihinin en ağır ve kötü antlaşması olan Sevr antlaşmasının Osmanlı’nın elde kalan çok küçük toprak parçasında bile bu konfesyonist modeli uygulamaya sokmaktadır. Dolayısıyla Batı’nın 100 yıl önce de 100 yıl sonra da bölge ülkelerini etnik, dini ve mezhep temelli bölme politikasını ısrarla örendikleri görülmektedir. Sevr, 145. Maddesi Osmanlı toplumunu ırk, din ve dil temelli bölerek siyasal sistemini Lübnanlaşma üzerinden şekillendirmeye giriştiği dikkat çekmektedir:
“Osmanlı işbu antlaşmanın yürürlüğe girmesinden başlayarak iki yıllık bir süre içerisinde, Müttefik Devletlere, soy azınlıklarının orantılı temsili ilkesine dayalı bir seçim sistemi düzenlemesi tasarısı sunacaktır”.
İlginç olan Sevr, 1920 tarihlidir, Lübnan’da Fransız mandaterliği de 1920 tarihlidir. Dolayısıyla emperyalist güçler değişmekte politika değişmemektedir. Bu sayede muhtemelen Batı, bölgeyi 1000 sene daha yönetmeye adaydır. Bu modeli bozan ters yüz eden, tarihin çöp sepetine atan Atatürk, Türk Kurtuluş Savaşı ve Lozan’dır.
Lozan’ın 37-45. Maddeleri, azınlıklara yöneliktir. Sevr’de uygulanmak istenen Lübnan modelini reddederek bütün vatandaşlarını ırk, dil ve din olarak ayırmadan Türk kabul etti. Onlara ayrı siyasal hakları tanımayı ortadan kaldırdı. Azınlık kavramını dini temelde kabul etti. Etnik azınlık kabul etmedi. Dini azınlıkları da Medeni Kanun ile laikliği devreye sokarak Müslüman unsurlarla eşit hale getirdi. Hukuki birliği de sağladı. Dolayısıyla Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir ifadesi karşılığını bulmuş oldu. Ancak günümüzde dikkat çekici olan şey, Batı’nın bize Osmanlı modeli diye Lübnan modelini yutturma çabasıdır. Bu model bölücü ve parçalayıcıdır, Atatürk’ün kurduğu ulus devlet modeli birleştirici ve kucaklayıcıdır.