Osmanlı Devleti’nin son yıllarında devlet ve toplum savaş yorgunuydu. Yüz binlerce çocuğunu uzun savaş yıllarında harcamıştı. 1912-1922’ye, Birinci Balkan Savaşı’ndan Milli Mücadele’nin sonuna geçen süreçte insan kaybı çok yüksekti. Birinci Dünya Savaşı’nda toplam 375.000 şehit verilmişti. Bunun yaklaşık 57 bini Çanakkale’de, 60 bini Sarıkamış’ta idi. Tüm savaş boyunca 202.000 asker de esir düştü. İlave olarak Mondros Ateşkes Antlaşması’na kadar 400.000 yaralı, 240.000 hastalık sebebiyle ölüm, 35.000 alınan yaralar sonucu ölüm, 1.560.000 hasta, firar, kayıp vs sebeplerle yaklaşık 2.750.000 askerin savaş dışı kaldığı hesaplanmaktadır. Savaş sonunda halk savaştan bıkmıştı. Nitekim bu bağlamda asker kaçağı sayısı 300 bine ulaşmıştı.

Döneme ilişkin pek çok hatırada halkın asker üniforması görmek istemediği, savaştan bıktığı açık bir dille anlatılmaktadır. Savaş yorgunluğuna ve neredeyse ortada sadece iskeleti kalmış orduya son darbeyi Mondros Ateşkes Antlaşması indirdi. 30 Ekim 1918 tarihli Ateşkes Antlaşması’nın maddelerine ana hatlarıyla bakacak olursak geride kalan ordu kalıntısını tamamen tasfiye ederek Sevr’in, işgallerin önünü açma hedefi açık bir şekilde görülmektedir:

-          İtilaf devletleri güvenliklerini tehlikede gördüklerinde herhangi bir stratejik noktayı işgal edebilecekti (madde 7).

-          Doğu Anadolu’daki 6 Ermeni vilayetinde karışıklık çıkarsa, buraları işgal edilebilecekti (madde 24).

-          Osmanlı Ordusu dağıtılacak (madde 5) ve silahlarına el konulacaktı (madde 6, 20). Ulaşım ve haberleşme araçlarını İtilaf devletleri kontrol edecekti (madde 12).

-          Boğazların kontrolü İtilaf devletlerine verilecekti (madde 1).

25 maddelik antlaşma, işgallerin önünü açmaya, Birinci Dünya Savaşı sırasında yapılan gizli paylaşım antlaşmalarını uygulamaya yönelikti. Ancak İtilaf devletlerinin hesap edemediği şey, ordusu dağıtılan, padişah ve hükümeti işbirlikçi olan bir ülkede halk direnişinin başlamasıydı. Bu direniş, asker-sivil bürokrat-aydın-eşraf-halk/köylü direnişiydi.

Tüm işbirlikçilere, ihanete ve manda/himayeden yana olanlara rağmen bir direniş, işgallerle birlikte kendini gösterdi. İlk başta Wilson prensiplerinin etkisiyle sivil protestolar halinde kendini gösterdi. Çünkü Wilson ilkeleri, her milletin kendi kaderini tayin edebileceği vaadinde bulunmuştu. Bu nedenle de başta mitingler, protestolar ve mektup/telgraflarla İtilaf devletlerinin dikkatini çekilmeye çalışıldı. Müdafaai Hukuk “hakların savunulması” demekti. Bu başta sivil bir hareket olarak doğdu, meşruiyetini halktan, vatanın savunulmasından alıyordu. İşgallerin sivil protesto eylemleriyle durdurulamayacağı anlaşıldıktan sonra hakların, silahlı direniş ile savunulması gündeme geldi. Silahlı direnişe meşruiyet, müdafaai hukuk cemiyetleri ve onların düzenlediği kongreler üzerinden sağlandı.

Türkiye'de öğretmen olmak! Türkiye'de öğretmen olmak!

Dönemi sadece Kuvayı Milliye dönemi olarak tanımlamak yetersiz olacaktır. Müdafaai Hukuk ile Kuvayı Milliye’yi birlikte anmak ve Müdafaai Hukuk’un Kuvayı Milliye’yi de kapsayacak bir genişliğe ulaştığını söylemek yerinde olacaktır.

Müdafaai Hukuk, devlet mekanizmasının zayıfladığı ya da etkisini yitirdiği ortamda, onun yerine alan, geçmişte Türk tarihinde örnekleri görülen dönemlerin örgütlenme tarzını yansıtmaktadır. Bu örgütlenmeler Türk tarihinde ender görülse de, devlet otoritesi işgaller vb nedenlerle ortadan kalktığında ortaya çıkan boşluğu doldurmaktadır. Tıpkı Moğol istilası döneminde Ahi teşkilatlarının boşluğu doldurmaya çalışması gibi… İşte Kuvayı Milliye de bu örgütlenmenin milis gücüdür. Bölgelere göre farklılık gösterse de genel hatlarıyla aynı örgütlenme modelinin farklı yerel uygulamalarını içinde barındırmaktadır. Zaman zaman “başıbozuk” olarak nitelense ve kontrolden çıksa da, esas itibarıyla geçici bir kimliği olduğu açıktır. Nitekim tekrar toparlanma döneminde, bu örgütlenmeler kademeli olarak merkezi yapıya entegre edilmişlerdir. Atatürk’ün bu konuda izlediği strateji gerçekten etkileyicidir.

Mondros sonrasında terhis edilen ordunun subayları hem İstanbul hükümetinin hem de işgal güçlerinin baskısı altındaydı. Bekirağa bölüğüne tutuklanarak gönderilenleri Malta’ya gönderilenler izledi. Dönemin kanaat önderleri ve subayları itibarsızlaştırma ile karşı karşıya idi. Bu durumu Atatürk, Temmuz 1920’de Afyon’da ziyaret ettiği subaylara şöyle anlatır:

“İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvela onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Mütareke şartlarının tatbikatı ile silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar.

Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzeti nefsini yok etmeye gayret ettiler. Ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu.

Orduyu imha etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta, engeller ve müşkülat kalmaz.

Malum bir askeri hakikat, felsefi hakikattir; ‘ordunun ruhu subaylardadır’.

Şahsi ve özel hayatları itibariyle de subaylar, fedakârlar sınıfının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler.

Çünkü düşmanlarımız herkesten evvel onları öldürür.

Onları aşağılar ve hor görürler.

Hayatında bir an olsa bile subaylık yapmış, subaylık izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz.

Onun yaşamak için bir çaresi vardır. Şerefini korumak!

Halbuki düşmanlarımızın da kastettiği, o şerefi ayaklar altına atmaktır.

Dolayısıyla subay için ‘ya istiklâl, ya ölüm’ vardır.

Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz, bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız ve milletimizi daima bağımsız görmekle bahtiyar olacağız!’

Bir taraftan mücadeleyi meşru temellerde, gücünü milletten alarak yapma hedefi belirtilirken silahlı direniş de gücünü bu meşruiyetten almalıydı. Dolayısıyla Kuvayı Milliye geçici olsa da, gücünü milletten almalıydı. Milli direniş, milli orduya dönüşmeliydi. Nitekim meşruiyetin kaynağı olan kongrelerin Meclis’e dönüşmesinin ardından sıra orduya geldi. Atatürk’ün deyimi ile “önce Meclis, sonra ordu”. Bu noktada ordunun TBMM ordusu olarak anıldığı hatırlanmalıdır.  

Milli direniş hareketi olarak Kuvayı Milliye, işgal karşısında direniş ateşini yakmış, düşmanı oyalamış ve milli ordu için zaman kazanılmıştı. O süre içerisinde kademeli olarak yerel direniş odaklarına komutan atamak, onları Sivas Kongresi’nde birleştirilmiş olan Müdafaai Hukuk cemiyetleri idaresi altına almak ana hedef haline geldi. Çünkü milli devlet, kendi içerisinde feodal unsurlar, merkezi yönetimden bağımsız ya da özerk silahlı birlikler barındıramazdı. Ancak bunlar İstanbul’daki yönetimin tanımladığı üzere fitne ve fesat yuvası değillerdi. İngilizler Kemalist, İngiliz yanlıları ise Kemalî diyordu İstiklal Savaşı’nı yürütenlere.

Kuvayı Milliye merkezi yönetimin olmadığı ortamda bir boşluğu doldurmuş ama disiplin eksikliğinin yarattığı sıkıntıları da bünyesinde taşımıştı. Görevlerini de layıkıyla yapmıştı. Kuvayı Milliye’nin en büyük eksikliği düzenli ordu karşısında başarı şansının olmayışıydı. Bununla birlikte merkezi bir yönetimden yoksunluğu ve yerelliği de önündeki diğer engellerdi. Ancak yine de Batı Anadolu’daki efelerin, zeybeklerin silahlarını bu kez işgalci güçlere doğrultması muazzam bir dönüşümdü. Bu dönüşümde yerel eşrafın ve aydın/bürokratların/subayların etkisi büyüktü. Tam da bu noktada oluşturulan Kuvayı Milliye örgütlenmesi kongreler eliyle yerel bazda müdafaai hukuk örgütlenmesine bağlanırken yönetimlerinde subay kadrolarının da ciddi bir etkisi vardı. Subaylar bir miktar perde arkasında dursalar da belirleyici bir rolleri vardı. Atatürk de bu örgütlenmeyi yakından takip ediyor, denetlemek ve ulusal bir bilince entegre etmeye çaba harcıyordu.

4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi’nde Kuvayı Milliye’nin etken hale getirilmesi ilke olarak benimsenmiş ve Batı Anadolu’daki direniş örgütlenmesi bir komutanlık çatışı altında birleştirilmişti. Bu yerel direnişi ulusal direnişe entegre etmek ve merkezi otoriteye bağlamak için atılan önemli bir adımdı. Kongrede Atatürk’ün önerisiyle Ali Fuat Paşa, Batı Anadolu Kuvayı Milliye yapılanmasının başına getirildi. Ancak bu sorunun çözüldüğü anlamına gelmiyordu. Söz konusu milis kuvvetleri denetim altına alınamamış ve aralarında işbirliği sağlanamamıştı. İlave olarak Kuvayı Milliye güçlerinin halktan zorla para ve eşya alımları, baskıları, keyfi uygulamaları ve tutuklamaları şikayet konusu olmaya devam etmekteydi. Yerel kongrelerin oluşturduğu yönetim organlarının (Heyeti Milliye) halka koyduğu vergiler, topladığı yardımlar ile yetinmeyen kimi Kuvayı Milliye birlikleri kendi başlarına ve zorla alımlara girişmişlerdi. Bunlar elbette halkın şikayetine yol açmaktaydı. Hem halkı milli direnişten soğutacak bir nitelik taşıması itibarıyla sıkıntılı bir durumdu hem de İstanbul hükümetine malzeme olması itibarıyla can sıkıcı bir sorundu. Üstelik Atatürk’ün liderlik ettiği Anadolu direnişi hem İstanbul ile egemenlik mücadelesi yürütmekteydi ve hem de yerel direniş odakları üzerinde otorite sağlamaya çalışmaktaydı. Bu zorluk işgalci güçlerle mücadeleyi de sıkıntıya sokmaktaydı.

1919 yılı sonbaharında Atatürk, Sivas Kongresi’nde oluşturulan Heyeti Temsiliye’nin başkanı olarak bazı illerin Müdafaai Hukuk yönetimlerine gönderdiği telgrafta, Kuvayı Milliye adına hareket ettiklerini söyleyip halka baskı yaparak kişisel çıkar peşinde koşanlara karşı hukuki işlem yapılacağını, bu gibi davranışlara milli teşkilatta yer olmadığını belirtti. Ancak şikayetleri önlemek kolay değildi. Batı Cephesi komutanlığı kurulup TBMM’ye bağlandığında Çerkes Ethem ve Demirci Mehmet Efe gibi isimler, Milli Mücadele’ye karşı tavır aldılar. Ethem ayaklanarak merkezi otoritenin emrine girmemiş ve Yunana sığınmıştı. Ardından tüm yerel güçler tasfiye edilerek ulusal orduya bağlandı. Böylece ulusal zaferin elde edilmesinde de önemli bir dönemeç geçilmiş oldu.

Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda izlediği strateji incelendiğinde tesadüflere yer olmadığı açık bir şekilde görülmektedir. Bunlar dış politika alanında İtilaf devletleri bloğunu parçalamak, Sovyetler Birliği ve İslam dünyasıyla ilişkiler gibi konuları kapsadığı gibi içeride ulusal egemenlik ilkesinin kademeli olarak yürürlüğe konulmasını da içermektedir. Düzenli ordunun kuruluşu sürecinde izlenen strateji de büyük stratejinin bir parçasıdır. Kuvayı Milliye ile yerel direniş fitili ateşlendi ve uzun süreli savaşa hazırlık için zaman kazanıldı. Bununla birlikte aynı yapı denetim altına alınmak istenmiş, geçici olarak görülmüş ve en sonunda düzenli orduya eklemlenmiştir. Dolayısıyla ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık savaşı olan Türk Kurtuluş Savaşı’nın, Mondros ve Sevr karşısında bir cinnet hali ya da mucize olmanın ötesinde bir strateji ve hesap işi olduğunu söylemek gerekir. Kuvayı Milliye de Atatürk açısından bir izlenen stratejinin en önemli parçalarından biridir. Görevini tamamladıktan sonra tarihteki yerini almıştır. Tıpkı Cumhuriyetin ilanından sonra efe ve zeybekliğin tarihteki yerini alması gibi…

Mehmet Akif, “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın!” demişti. Ondan ilham alarak “Allah bu millete bir daha dağıtılan ordusunu yeniden kurmak zorunda bırakmasın!” diyelim. Diğer taraftan unutmamak gerekir ki Türk İstiklal Savaşı’nda ordunun yanı sıra din adamlarının da büyük bir katkısı ve desteği vardı. Aynı destek Cumhuriyetin kuruluşu ve devrimlerin gerçekleşmesinde de devam etti.

Atatürk, vefatından kısa bir süre önce 29 Ekim 1938’de Cumhuriyetin 15. Yıldönümü dolayısıyla Türk ordusuna kısa bir mesaj yayınladı. Ankara Hipodromunda Başbakan Celal Bayar’ın okuduğu mesaj “Zaferleri ve mazisi insanlık tarihiyle başlayan her zaman zaferle beraber medeniyet nurları taşıyan kahraman Türk ordusu!” şeklinde başlıyordu. Konuşmanın devamında orduya verdiği görevi de şöyle tanımlıyordu: “Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini iç ve dış her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an ifaya hazır ve amade olduğuna, benim ve büyük ulusumuzun tam bir inancımız ve güvenimiz vardır”. Türk Silahlı Kuvvetleri, Atatürk tarafından 1924’te siyasetin dışına çıkarıldı ve 1960’a kadar da siyasetin dışında kaldı. Ordunun siyasetin dışında ve üstünde kaldığı, günlük siyasete alet edilmediği, Cumhuriyet değerlerine ve –1920’de yeniden kurulmasını sağlayan- Atatürk’e bağlılığının da normal karşılandığı bir Türkiye diliyorum.