1876 yılında kabul edilen Kanunu Esasi ile birlikte 1920 yılına kadar Osmanlı Devleti’nde aralıklı olarak da olsa işleyen sistem anayasal monarşi idi; yani diğer adıyla meşruti demokrasi/meşruti monarşi. 1878’de II. Abdülhamit, “tatil”e çıkan parlamentoyu bir daha toplantıya çağırmadı. Ancak 1908 Temmuz’unda, aradan 30 yıl geçtikten sonra, İttihatçı subayların Balkan topraklarında ayaklanıp dağa çıkması üzerine tekrar parlamento toplantıya çağırmak zorunda kaldı. 1876 Anayasası’na göre parlamentonun Kasım başında açılıp Mart başında kapanması Padişah davetiyle oluyordu (madde 43).

Meclis’i dağıtma yetkisini Mütareke dönemi diye tanımlanan dönem (Mondros’tan Mudanya’ya, 1918-1922) içerisinde Vahdettin iki kez kullandı. Birincisi Aralık 1918’de, ikincisi Nisan 1920’de… Mondros sonrasında ağırlıklı olarak İttihatçılardan oluşması gerekçesiyle dağıtılan parlamento, Sivas Kongresi sonrasında Anadolu’daki direniş hareketinin baskısıyla yeniden toplanmış; Misak-ı Milli’yi kabul etmişti. Ancak bu da onun sonunu getirmişti.

Mondros sonrasındaki dönem, olağanüstü şartların yaşandığı bir dönemdi. Mondros ile ordunun silahlarına el konulmuş ve dağıtılması gündeme gelmişti. Bu, hem işgallerin habercisi ve hem de Sevr’in kapıda olduğunun göstergesiydi. Dönemin iki olağanüstü gelişmesi karşısında parlamentonun olmadığı ortamda kamuoyunun tepkisini yumuşatmak, ağır sorumluluğun bedelini daha geniş bir kesime/devlet bürokrasisine yaymak amacıyla iki kez Saltanat Şurası toplandı. Birincisi İzmir’in Mayıs 1919’da Yunanistan tarafından işgalinin hemen ardından, ikincisi ise Sevr Barış Antlaşması’nın hemen öncesinde, Temmuz 1920’de Saltanat Şurası toplantısı yapıldı. Her iki toplantı da Damat Ferit Paşa’nın sadrazamlığı döneminde gerçekleşti.

Her iki Saltanat Şurası da önde gelen devlet adamlarının ve toplumun önde gelen isimlerinin katılmasıyla gerçekleşti. Şura, bir istişare yani bir danışma görevi gördü. Bağlayıcı bir niteliği yoktu. Parlamentonun olmadığı ortamda bazı eski Ayan Meclisi üyelerinin de katılımıyla gerçekleşti. Dolayısıyla üst düzeyde asker-sivil bürokratların katıldığı Saltanat Şurası, geçmişteki meşveret meclislerinin bir devamı gibiydi.

Mütareke dönemindeki birinci Saltanat Şurası, İzmir’in işgalinin (15 Mayıs 1919) hemen sonrasında 26 Mayıs 1919’da toplandı. Yıldız Sarayı’nda Vahdettin’in çağrısıyla yapılan toplantıya 131 kişi davet edildi. Bunlar arasında bakanlar, Ayan Meclisi üyeleri, çeşitli parti ve derneklerin temsilcileri, üniversite ve basın mensupları ile ticaret odasından davet edilenler vardı. Davetlilere toplantının sadece danışma amaçlı olduğu, Padişah tarafından açılacağı ve Sadrazam tarafından yönetileceği bilgisi verildi. Padişah açılış konuşmasını yaptıktan sonra toplantıdan ayrıldı. Padişah ve hükümeti, kendilerini İngilizler başta olmak üzere İtilaf Devletlerinin kollarına bırakarak, devleti, daha çok da kendi iktidarlarını kurtarmanın peşindeydiler. Muhtemelen hayal ettikleri, 1853 Kırım Savaşı’nda ve 1878’de Ayastefanos Antlaşması yerine Berlin Antlaşması’nı koyarken İngiltere ve Fransa gibi devletlerden sağladıkları desteği tekrar elde etmekti. Oysa köprünün altından çok sular akmıştı. Kapıda 1683 Karlofça Antlaşması’ndan çok daha ağır antlaşma, Sevr Barış Antlaşması vardı. Mondros Ateşkes Antlaşması ve İzmir’in işgali göstere göstere Sevr’i haber veriyordu.

Saltanat Şurası’ndan çaresiz ve direnişi hiç aklına getirmeden, teslimiyetçi bir şekilde ayrılan Vahdettin’in, Şuradan çıkışta gözlerinden iki damla yaş süzülmüş ve “Karılar gibi ağlıyorum” diye dert yanmıştı (aktaran Ali Fuat Türkgeldi). Bu noktada İstanbul’daki teslimiyetçi kesim ile Anadolu’daki direnişçiler arasında dağlar kadar fark vardı. Üstelik İstanbul’daki iktidar çevreleri işgale karşı çıkmadıkları gibi ihanet noktasına da geldiler. Kurtuluşun İstanbul’da olmayacağını görenler de kurtuluş çareleri aradıktan sonra Anadolu’ya geçeceklerdi. Şura’da padişah ve hükümete direniş yanlısı karar aldırılamayacağı açık bir şekilde görülmüştü. Şura’da hükümete yönelik eleştiriler getirilse de, bağlayıcı bir karar almak mümkün değildi. Çünkü Şura danışma amacıyla toplanmıştı. Daimi bir niteliği ve bağlayıcı bir karar alma imkanı yoktu. Bu nedenle de İzmir’in işgali sonrası toplanan ilk saltanat şurasında hiçbir karar alınamadı; bu haliyle tam anlamıyla dostlar alışverişte görsün mantığıyla toplandığı ve başarısızlıkla sonuçlanan bir toplantı olduğu rahatlıkla söylenebilir.

İkinci Saltanat Şurası ise imzalanması gündeme gelen Sevr Barış Antlaşması nedeniyle toplandı. 22 Temmuz 1920 tarihinde toplanan Şura, 10 Ağustos 1920’de imzalanacak olan Sevr Barış Antlaşması’nın içeriğinin görüşülmesi amacıyla Osmanlı devlet adamlarını bir araya getirdi. Sevr, yenilen devletlerin imzaladığı barış antlaşmaları içerisinde imzası en sona kalan barış antlaşmasıydı. Çünkü pazarlıklar çetindi; önce Paris Barış Konferansı’nda görüşülmüş sonra da San Remo Konferansı’nda son şekli verilmişti. Taslak 10-11 Mayıs 1920 tarihinde Paris’te Osmanlı Hükümeti temsilcilerine teslim edilmişti. Türk tarihinin en ağır antlaşması olan Sevr metni, İstanbul hükümeti ve yandaşlarına bile ağır gelmişti. Ancak onlar yine de antlaşmayı imzalamaktan başka çare göremiyorlardı. Zaman içerisinde İngiltere’ye yaltaklanarak antlaşmayı hafifletmek gibi bir hayale kapılmışlardı. Direnmek ve Kurtuluş Savaşı’nı desteklemek akıllarından bile geçmiyordu. Hatta direnişin İtilaf Devletlerinin kızgınlığını çekeceği, elde kalanların da gideceği –elde ne kaldıysa?- endişesi içerisindeydiler.

Osmanlı Hükümeti, kendilerine verilen antlaşma taslağını incelemek için bir komisyon oluşturdu. Komisyondan gelen bilgiler doğrultusunda ve antlaşmayı yumuşatmaya çabalayan bir cevap metni İtilaf Devletleri temsilcilerine verildi. İtilaf Devletleri temsilcilerinin verdiği cevap sert oldu. Antlaşmanın ya 10 gün içerisinde olduğu gibi imzalanmasını ya da Türklerin Avrupa’dan sonsuza kadar kovulacağı yanıtını verdiler. Damat Ferit Paşa ağır antlaşma koşullarının sorumlusu olarak İtilaf Devletlerini değil, Anadolu’daki direniş hareketini gördü. Damat Ferit’e göre, Anadolu’daki direniş İtilaf devletlerini kızdırmıştı. Ancak yine de antlaşma imzalanmalıydı.

Sevr Antlaşması’nın toplumsal onayını ve kitle desteğini sağlamak adına Saltanat Şurası’nın toplanmasına karar verildi. Aslında daha önce de değindiğimiz gibi şuranın yasama yetkisi yoktu; bir danışma organıydı ve sorumluluk sahibi değildi. İlave olarak daimi bir kurul/meclis işlevi de yoktu. Üstelik Kanunu Esasi’nin 7. Maddesine göre, düveli ecnebiye ile muahedat akdi ve harb ve sulh ilânı ve kuvvei berriye ve bahriyenin kumandası ve harekatı askeriye” (özetle antlaşma imzalama, savaş açma, barış yapma ve orduya kumanda etme) yetkisi Padişaha aitti. Dolayısıyla Sevr’in Osmanlı Parlamentosunda onaylanmadığı için geçersiz olduğu iddiasının hukuki bir dayanağı bulunmamaktadır. Meclisi Mebusan onaylamadığı için antlaşma geçersiz diyenlere anayasanın ilgili maddesini ve parlamentonun dağıtılmış olduğunu hatırlatmak gerekir. Osmanlı Devleti antlaşmayı parlamentoda onaylamamak için parlamentoyu dağıttı cevherini yumurtlayacaklara, Almanlar bunu niye akıl etmedi sormak gerekir. Ayrıca Mondros sonrasında ortaya çıkan işgaller açık bir şekilde göstermiştir ki, Sevr imzalanmadan önce bile Osmanlı devleti parçalanmış; elinde sadece 600 yıl önce Osmanlı Beyliğinin kurulduğu topraklar kadar bir toprak parçası kalmıştı.

Meclisi Mebusan onaylamadığı için antlaşmanın geçersiz olduğuna inan kitle, muhtemelen İstanbul Sözleşmesi gibi uluslararası bir sözleşmeden Cumhurbaşkanı imzasıyla çıkılabileceğine de inanıyordur. Muhtemelen buradaki çelişkinin farkında da değildir.

Şurası açıktır ki, Misakı Milli’yi kabul eden parlamento, Sevr’i kabul etmezdi. Parlamento, İtilaf devletleri için olduğu kadar Padişah ve İstanbul Hükümeti için de ayak bağıydı. O nedenle de dağıtıldı. Sevr gibi Türk tarihinin en ağır antlaşmasını imzalama ihanetini gösterebildiler. Dolayısıyla en kötü parlamento, parlamentosuzluktan iyidir demek gerekir.

Saltanat Şurası’nda Padişah Vahdettin’in de katılımıyla onaylanan antlaşma, 10 Ağustos 1920’de Osmanlı Hükümeti temsilcileri tarafından Fransa’nın Sevr kasabasında imzalandı.

Sevr’i geçersiz kılan, İstanbul Hükümeti ve Padişahın karşı çıktığı ve önlemek için elinden geleni yaptığı zaferle sonuçlanan Kurtuluş Savaşı ve Sevr’in yerini alan Lozan Barış Antlaşması olmuştur. 100. Yılında Sevr’i unutmamak, Kurtuluş Savaşı yıllarında toplanan saltanat şuralarının da teslimiyetçilikten öteye geçemediğini, direnişi ve Kurtuluş Savaşı’nı destekleyecek bir kimliğe bürünemediklerini üzülerek söylemek gerekir. Sevr’i önemsiz ve yok sayarak, Lozan’ı küçümsemeye kalkmanın bir anlamı da yoktur, bir faydası da yoktur.

Lozan ile ilgili uydurma iddiaları tekrar ve tane tane yanıtlayalım:

  1. Lozan 100 yıllık değildir.
  2. Lozan’ın gizli maddeleri yoktur.
  3. Madenlerimizi Lozan nedeniyle çıkarıyoruz gibi bir durum söz değil. Çıkardıklarımız elbette var. Çıkaramadıklarımız kendi beceriksizliklerimiz ya da kendi imkanlarımızın sınırlılığı ile ilgili.
  4. Sevr, geçersiz ya da ölü bir antlaşma değildir. İstanbul Hükümeti ve Padişah’ın temsilcileri tarafından imzalanmıştır.

Bir de birkaç ay önce Bağımsız Türkiye Partisi üyesi bir gencin CİMER’e yaptığı başvuru var. CİMER, Lozan Antlaşması’nda gizli madde olup olmadığını soran Bahtiyar Süha Keskin adlı gencin sorusunu şöyle yanıtlamış:

“Sayın Bahtiyar Süha T.C. Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi’ne (CIMER), 20.03.2022 tarihinde yapmış olduğunuz 2201301208 sayılı başvurunuz incelenmiştir. Lozan Barış Andlaşmasında gizli maddeler bulunmamakta olup, maden çıkartmamıza engel teşkil eden herhangi bir madde yer almamaktadır. Lozan Barış Anlaşması metnine Bakanlığımızın internet sitesinde bulunan Kaynaklar/Kurucu Andlaşmalar linkinden ulaşılabildiği hususunda bilgilerinizi saygılarımla rica ederim”.

Hadi tarihçilere inanmadınız, CİMER’e de mi inanmıyorsunuz? Sorsanız Lozan’ın 143 maddesinden birini sayamayacak, 8 ciltlik Lozan tutanaklarını okumamış, Lozan’ın protokollerinden haberi olmayanların Lozan hakkında yine konuşmaya devam edeceklerini tahmin etmek zor değil. Bununla birlikte Lozan’ı anlatmaya devam edeceğiz. Çünkü Lozan Türkiye Cumhuriyeti’nin tam bağımsızlık ve kuruluş antlaşması olduğu kadar, çağdaşlığının önünü açan, Batı ile eşitlik belgesidir.