Atatürk dönemi Türkiye’si, “yurtta barış, dünyada barış” ilkesini temel alarak barışçı, aktif ve açık bir dış politika izlemeyi dış politikasının ana ilkesi olarak belirledi. İçeride ve dışarıda barışı sağlayarak, kalkınmak, modernleşmek ve bir refah toplumu yaratmak ana hedefti. Bu bağlamda Batı ile iyi ilişkiler, Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler ve komşu ülkelerle iyi ilişkilere dayanan çok yönlü bir dış politika izlendi. 

Türk-Amerikan ilişkileri İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Batı dünyasının liderliğinin İngiltere’den ABD’ye geçtiği ve Türkiye’ye yönelik Sovyet tehdidinin çıktığı ortamda şekillendi. Bu nedenle de hem CHP ve hem de DP, dış politika konusunda farklı bir politikadan yana değillerdi. Ülke kamuoyunda dikkat çekici tek farklı ses Mehmet Ali Aybar’dan geldi. Aybar, Lozan’ın 25. Yılına girerken Türkiye’nin yağmurdan (SSCB) kaçarken doluya (ABD) tutulmaması gerektiğine dikkat çekti; uyarılarda bulundu ve bu durumun tam bağımsızlık ilkesini zedeleyeceğine dikkat çekti.  Başlangıçta Türk Amerikan ilişkilerinin romantik bir temelde idi; 1945-1964 arasındaki romantik dönem 1964’te Johnson Mektubu ile gerçekçi bir temele oturmaya başladı.

Türkiye, ABD’ye sadık müttefik olduğunu 1950’de Kore’ye 4500 kişilik bir tugay göndererek kanıtlamıştı. Bunun ikinci bir örneğini de Ekim 1962’de patlak veren Küba krizinde gösterdi. ABD-SSCB çatışmasında nükleer tehdide rağmen ABD’nin yanında yer aldı. Türkiye, 1950 ve 1962’de iki kez çok açık bir şekilde ABD’nin yanında yer alırken 1964’de Kıbrıs meselesinde ABD’den umduğu desteği bulmak bir yana yalnız bırakılıp üstelik tehdit de edilince hayal kırıklığı yaşayacaktır. Türkiye’nin ABD’nin stratejik ortağı olduğu ve ilişkilerin romantik temelde yürüdüğü düşüncesinden kurtulmasını yine sağlayan İnönü olacaktır. Türkiye, ABD’nin İngiltere ve İsrail’den başka stratejik ortağı olmadığı geç de olsa anlayacaktır. 

1960’lı yıllara gelmeden önce NATO’ya yeni girilen ve Kore Savaşı’nın sıcaklığının sürdüğü, ABD ile ilişkilerin romantik temelde yürüdüğü 1950’lerin ilk yarısında Celal İnce’nin bir şarkısına bakmak dönemin ruhunu, havasını bize iyi yansıtır. “Dostluk Şarkısı” (The Song of Friendship) adlı propaganda plağı,“Amerika’nın Sesi” radyosu için Amerika’da kaydedilmişti. Plağın on binlerce kopyası Türk-Amerikan dostluğunun bir sembolü olarak Türkiye’nin hemen her yerinde bedava dağıtıldı. Plağın ön yüzünde “Göklere yükselen New York” ve “Efsane şehir İstanbul” görüntüleri vardı. Plağın arka yüzünde ise Türk ve Amerikan liderlerinin (Franklin Roosevelt, Thomas Jefferson, George Washington, Patrick Henry, Namık Kemal, Mustafa Kemal Atatürk ve Ziya Gökalp) özgürlük temalı sözleri yer almaktaydı.

Amerika, Amerika, Türkler dünya durdukça,

Beraberdir seninle, Hürriyet savaşında.

Bu bir dostluk şarkısıdır, Kardeşliğin yankısıdır,

Kore’de olduk kan kardeşi, Sönmez bu dostluğun ateşi.

Azmimizdir hür yaşamak, Dünyada sulhu sağlamak,

Dalgalanır hep bu uğurda, İstiklal aşkı ruhumuzda.

Amerika, Amerika, Türkler dünya durdukça,

Beraberdir seninle, Hürriyet savaşında.

Senin New York’un, Yükselir göklere,

Senin İstanbul’un, Destandır dillere,

Amerika, Amerika, Türkler dünya durdukça,

Beraberdir seninle, Hürriyet savaşında.

Ankara ile Washington, İzmir’in ile San Francisco’n,

Benzer derler birbirine, Doyulmaz güzelliklerine.

O muhteşem beldelerin, Pınarların nehirlerin,

Ünlü şelalen Niyagara, Haykırır gücünü dünyaya.

Amerika, Amerika, Türkler dünya durdukça,

Beraberdir seninle, Hürriyet savaşında.

Senin New York’un, Yükselir göklere,

Senin İstanbul’un, Destandır dillere.

Amerika Amerika, Türkler dünya durdukça,

Beraberdir seninle, Hürriyet savaşında.

 

https://www.youtube.com/watch?v=0VYs5vwBiGs 


1962 yılının Ağustos ayı sonlarında ABD Başkan Yardımcısı Lyndan Johnson Türkiye’ye geldi. Gürsel ve İnönü ile görüştü. Yapılan görüşmelerden sonra Johnson, Ankara’dan İzmir’e gitti. Yanında eşi ve kızı da vardı. Kendisini karşılayanlar uçaktan inerken “Yellow Rose of Texas” şarkısını söylediler. Malum Johnson Teksaslı idi ve O’na bir kovboy şarkısı çalınmıştı. Ancak ABD ile ilişkilerde sorunların ortaya çıkması gecikmeyecektir. Bunun en belirgin örneği, aradan iki yıl geçmeden kendini gösterecektir. Kıbrıs sorunu nedeniyle aynı Johnson, ünlü mektubunu gönderecektir.

İnönü, Nisan 1964’te Time dergisine bir demeç verdi. Bu demeci, Batı ittifakına yönelik ilk açık eleştirisiydi. Ayrıca bir özeleştiri niteliği de taşıyordu. İnönü, Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde büyük sorunlar karşısında “Kader birliği” içerisinde olduğunu, Kıbrıs konusunda sadece şikâyet ettiklerini söyledi. ABD’nin “sesini yükselterek” Yunanistan’ın ve Rumların hukuka ve insanlığa aykırı olduğu kadar, NATO ittifakına da aykırı olan tutumlarına tepki göstermesini istedi. İnönü, ABD’ye olan inancının sarsıldığını açık bir şekilde ortaya koydu:

“İttifak içinde mesuliyeti olan Amerika’nın önderliğine inanıyordum, bunun cezasını görüyorum demektir”.

İnönü, kendine yönelik bu özeleştiriyi yaparken, ABD ve İngiltere’nin Kıbrıs meselesindeki tutumuna da tepkiliydi. ABD başta olmak üzere NATO ülkelerine de meydan okumaktaydı:

“Müttefiklerimiz ittifakın (NATO) dağılması için çalışmakta olan uzak devletlerle yarış etmektedirler. Bu ittifak bozulmasın diye sonuna kadar sabrediyoruz. Müttefiklerimiz bu ittifakı dağıtma gayretlerinde muvaffak olurlarsa yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur. Türkiye de bu dünyada yerini bulur”. 

İnönü’nün özelde ABD’ye ve genelde NATO’ya meydan okuması, hem zayıf koalisyon hükümetinin kısa bir süre sonra dağılacağının ve ama ondan önce de ünlü Johnson mektubunun habercisi gibiydi. Bu süreçte ABD ile ilişkiler bozulma eğilimine girerken, SSCB ile ilişkilerde belli bir yumuşama görülmeye başladı. Türkiye, SSBC’nin Kıbrıs’ta Makarios’tan yana değil, görece tarafsız bir politika izlemesini istiyordu. SSCB ise, Türkiye’nin ekonomik kalkınma projeleri için kredi vermeyi önermekteydi. Böylece Stalin döneminde bozulan ve gerilen ilişkileri kısmen de olsa yumuşatmanın peşindeydi. 

Kıbrıs meselesindeki gelişmeler konusunda TBMM’de de bir konuşma yapan İnönü, Makarios’tan “Arşövek” diye söz etti. Arşövek, başpapaz, başpiskopos anlamına geliyordu. Dolayısıyla İnönü, Makarios’u Kıbrıs Cumhurbaşkanı olarak tanımadığını ima ediyordu. Aynı günlerde Kıbrıs’ta Türkler de örgütlenmeye ve direnmeye başlamıştı. Çatışmalar karşılıklı bir hal almıştı. Basında “mücahitlerin” direnişleri geniş bir yer bulmaktaydı. İnönü de, Meclis’teki konuşmasında Kıbrıs’ın milli bir dava haline geldiğini belirtiyordu:

“Bizim bildiğimiz bir şey var, onu Türk Milletine açıkça söylemek isteriz: Kıbrıs davası millet için her evi, her insanı her gün meşgul eden acı olduğu kadar aziz bir dava olmuştur. Haklıyız, bu davayı haklı bir neticeye vardırmak için kararlıyız. Bu uzun sürecektir. Milletten çok fedakârlık isteyecektir. Milletimiz bu fedakârlığı yapmak için kararlıdır”.

ABD’nin Kıbrıs politikası Türkiye açısından tam anlamıyla bir hayal kırıklığı idi. Ancak neticede Türkiye, daha gerçekçi bir dış politikaya yöneldi, politikasını revize etti. İnönü’nün izlediği hükümet politikalarını Demirel de benimseyerek bunları devlet politikası haline getirdi. Bunlar Türkiye’nin hem daha dengeli bir dış politika izlemesine hem de sanayileşmesine imkan sağladı.

Gerçekçi denge siyaseti Türk dış politikasının temel dayanak noktalarından biridir. Türkiye, egemen bir güç olarak kendi savunma ihtiyaçlarını karşılamak ve bunu bağımsızlık ilkeleri çerçevesinde yürütmek zorundadır. Savunma kaynaklarını çeşitlendirmek bir gerekliliktir. ABD’ye bağımlı olmaktan çıkıp Rusya’ya bağımlı olmanın bir anlamı da yoktur. Türkiye orta ve uzun vadede kendi savunma ihtiyaçlarını karşılayabilir noktaya gelmelidir. Bunun temel yolu da demokrasiden ayrılmadan ulusal bütünlüğü korumak ve ekonomik olarak dışa bağımlılıktan kurtulmaktan geçmektedir. 

Son olarak NATO’nun (özelde ABD’nin diye okuyalım!) çıkarları öncelikli olarak korunurken Türkiye’nin çıkarlarını, hayati haklarını görmezden gelmenin saygın ve onurlu bir tarafı olamaz. Elbette ABD’nin çıkarları önemlidir ama Türkiye’nin de çıkarları önemlidir. ABD’nin FETÖ’ye kol kanat germesi, PKK’yı desteklemesi, Türkiye’nin Ege ve Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını görmezden gelmesi kabul edilemez. Türkiye Soğuk Savaş sonrasında değişen dünya dengelerine uyum sağlamalıdır. 1 Mart tezkeresini reddeden Türkiye’nin Irak ve Suriye’nin parçalanmasından bir çıkarı yoktur. Bunun ucunun kendisine dokunduğu ve dokunacağı açıktır. Türkiye’nin sorunlarının çözümü ABD’den uzaklaşarak Rusya’ya yakınlaşmak kolaycılığı da değildir. Batı uygarlık ailesinin bir parçası olduğunu unutmadan çok yönlü, kendi gücüne dayanan gerçekçi bir dış politika izlenmelidir.