3 Mayıs’ta Türkçü camiada önemli bir yeri olan bir olay, farklı isimlerle de olsa kutlandı: 3 Mayıs Türkçüler/Türkçülük/Milliyetçiler günü. Bu kutlamaya neden olan tarihsel arka plana bakmakta fayda var.

Türkiye’de Türk milliyetçiliğine yönelik iki ayrı kol bulunmaktadır. Birincisi Atatürk’ün tanımladığı milliyetçilik anlayışıdır. Bunu kültür milliyetçiliği olarak tanımlamak mümkündür. Milleti oluşturan unsurlar arasında “dil, kültür ve ülkü”yü sayar (1930). Yine “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” (1925) der. Yayılmacı, ırkçı, asimilasyoncu bir nitelik taşımayan ve barışçı ve çağdaşlaşmacı bir milliyetçilik anlayışı olan Atatürk’ün tanımladığı milliyetçilik anlayışı, Türk milliyetçiliğinin fikri önderleri olan Gökalp ve Akçura’dan pek çok noktada ayrılmaktadır. Romantizmden koparak gerçekçi bir anlayışı benimser, yayılmayıcı değildir, coğrafi olarak kendini Türkiye Cumhuriyeti ile sınırlamıştır.

Türk milliyetçiliğinin ikinci kolu ise Nihal Atsız’ın şahsında şekillenen ırkçı bir nitelik taşıyan Türk milliyetçiliğidir. Bu anlayış da Gökalp ve Akçura’dan bir hayli farklıdır. Türkçülük diye de ifade edebileceğimiz bu anlayış Turan anlayışı itibarıyla Gökalp’a benzese de, Gökalp’ın anlayışı Atsız gibi ırkçı değildir. Türkiye’de fikri önderlik noktasında Gökalp ve Akçura’nın çok ilerisinde olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Dolayısıyla Türk milliyetçiliği Gökalp ve Akçura’dan yola çıkarak iki ayrı kola ayrılarak farklılaşmıştır. Atatürk’ün benimsediği Fransız tipi kültüre dayalı milliyetçilik anlayışıdır. Diğeri ise Alman tipi ırka dayanan milliyetçilik anlayışıdır.

Bir bayram sabahı uyansak! Bir bayram sabahı uyansak!

Atatürk’ün İstiklal Savaşı’nın ardından askeri başarıları geride bırakarak uygarlık savaşına yöneldiği, eğitim, kültür ve ekonomik kalkınma seferberliğine yöneldiği görülür. Onuncu Yıl Nutku, bu hedefin çok açık ve mükemmel bir özetidir. Atatürk’ün öncülük ettiği Türkiye’nin barışçı, laik milliyetçi ve modernleşmeci politikaları Türk Devrimi’ni şekillendirdi. Dolayısıyla Atatürk, 1923 sonrasında savaş ve askeri başarılara neredeyse hiç değinmemişken ve çağdaş uygarlık mücadelesine yönelmişken Atsız’da savaş ve askeri kahramanlık hikayeleri ağır basar.

Türk Ocaklarının kapatılmasının hemen ardından Mayıs 1931’de Atsız’ın, Atsız Mecmua’yı çıkarması ve Turancılık fikirlerini dile getirmesi dikkat çekicidir. Oysa bu dönemde Türkiye barış içinde kalkınmaktan, uzun savaş yıllarının yaralarına sarmaktan ve komşularıyla barış içinde yaşamaktan yanadır.

Atsız’ın çıkardığı bu dergi, sonraki yıllarda çıkan ırkçı nitelikteki dergilere göre, görece daha ılımlıdır. 1931-1932 yıllarında çıkan dergiden sonra Atsız bu kez Orhun dergisini çıkardı (1933-1934). Atsız, “Komünist, Yahudi ve Dalkavuk”, (Orhun, sayı 5, 21 Mart 1934) adlı makalesinde “Beşeriyetin rehberliğini Almanlar ve İskandinavlar gibi en ileri milletler iddia ederlerse hak kazanabilirler. Fakat Ruslar asla!” demekte ve bugün Almanya’da “milliyetçiliğin çelik … yumruğu komünizmi ezmiştir”. (…) “Türkiye’de komünist en çok 10.000, Yahudi 100.000’dir. Dalkavuğun sayısını ise Tanrı bilir” iddiasında bulunmaktadır. Atsız’ın söz ettiği dalkavuklar meselesi sonradan yazacağı kitabın habercisi gibidir.

Atsız, dergide yer alan bir başka yazısında (“Yirminci Asırda Türk Meselesi II, Türk Irkı=Türk Milleti”, Orhun, sayı 9, 16 Temmuz 1934) yabancılardan çok, Türk kanı taşımayan Türkçe konuşan “Türkümsü”lerin tehlikeli olduğunu dile getirmektedir. Atsız’a göre Türkümsü’ler kendilerinin Türk olmadıklarını bilmeseler ve kendilerini Türk saysalar bile, Türk değildirler. Selanik’i Yunanlara veren Tahsin Paşa Arnavut’tu. Abdullah Cevdet, milliyet ve dine saldırdı, Kürt milliyetçisiydi. Ali Kemal’in dedesi Ermeni dönmesiydi. Rıza Tevfik’in babası Arnavut, annesi Çerkes’ti. Ahmet Cevat (Emre), Giritli’dir. Çerkes Ethem, Çerkes’ti. Ziya Hurşit, Laz’dı. Elbette ki Atsız’ın buradan gittiği yer oğluna yazdığı ünlü vasiyeti oldu.

1934 yılı başlarında Trakya’da Yahudilere yönelik saldırıların yapıldığı bir ortamda Atsız’ın çıkardığı Orhun ve Cevat Rifat’in (Atilhan) çıkardığı Milli İnkılap dergileri kapatıldı. Çünkü bu dergiler, açıkça Yahudi aleyhtarlığı ve düşmanlığı yapmaktaydılar. Bu antisemitik ve ırkçı eğilimler, hiç şüphesiz Hitler’in iktidara geldiği tarihlerde artış göstermekteydi.

Atsız, 1934’te Orhun dergisinde “Musa’nın Necip (!) Evlatları Bilsinler ki” (Mayıs 1934) yazdığı makalede şunları söylemişti:

“Çünkü biz onların Türkleşeceklerini asla unutmadığımız gibi bunu istemeyiz de. Çamur ne kadar fırına verilse demir olmayacağı gibi Yahudi de ne kadar yırtınsa Türk olamaz. Türklük bir imtiyazdır, her kula, bilhassa Yahudi gibi kullara nasip olmaz.

Onlara yapılacak ihtar şudur: Hadlerini bilsinler. Sonra biz kızarsak Almanlar gibi Yahudileri imha etmekle kalmaz, daha ileri giderek: onları korkuturuz. Malûm ya ataların sözüne göre Yahudi’yi öldürmektense korkutmak yektir”.

Atatürk’ün vefatının ardından İnönü cumhurbaşkanı oldu. Aradan çok uzun zaman geçmeden İkinci Dünya Savaşı çıktı. Başta İnönü olmak üzere dönemin yöneticilerinin tek amacı savaşın dışında kalmaktı. Çünkü İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’yi yönetenler, Birinci Dünya Savaşı’na girmenin bedelini açık bir şekilde görmüşlerdi. Onların Birinci Dünya Savaşı’ndan çıkardıkları en büyük ders, İkinci Dünya Savaşı’na girmemekti. Alman ya da Sovyet saldırısına uğramamak ve bu amaçla caydırıcı olabilmek için 17 milyonluk Türkiye’nin asker sayısı 10 kat artırıldı ve ordunun asker sayısı bir milyonun üzerine çıkarıldı. Askeri donanım açısından yetersiz olan Türkiye, hem asker sayısını artırarak hem de denge siyaseti izleyerek savaşın dışında kalma politikası izledi. Bu denge siyaseti savaşan iki tarafa yönelik olduğu gibi, içerideki iki tarafa (Alman ve Sovyet yanlıları) yönelik de oldu. Savaşın seyri değiştikçe politikada değişiklikler gözlendi. 

İkinci Dünya Savaşı yıllarının Nihal Atsız ve diğer bazı isimlerin Türkçülük anlayışı büyük ölçüde ırkçı temellere oturmakta ve savaşçı bir milliyetçilik anlayışını benimsemekteydi. Onların hayali Almanya’nın yanında Sovyetlere karşı savaşa girmek ve esir Türkleri kurtarmaktı. O nedenle de sürekli olarak savaşı ve askerliği yüceltici yayınlar yapmaktaydılar. İçişleri eski bakanlarından Şükrü Kaya’nın 23 Ekim 1943 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde “Tarih söylüyor: Harplerin en zaferlileri bile Pirus’un talihini gizlermiş” şeklinde başlayan yazısı, Atsız’a göre, “savaş aleyhtarlığının destanı” idi (“Savaş Aleyhtarlığı”, Orhun, sayı 12, 1 Birincikanun 1943). Atsız’a göre, “Savaş aleyhtarlığı tenperverlikten, zevke ve rahata düşkün olmaktan, kendisini ülküler uğrunda feda edemeyecek kadar hodbin olmaktan doğuyor. Şükrü Kaya emin olsun ki savaş kalkarsa dünyadan kahramanlık, fazilet ve fedakarlık da kalkar ve insanların, yalnız doymak ve cinsi ihtiyaçlarını kovalamaktan başka gayesi olmayan hayvanlardan hiçbir farkı kalmaz”dı. Kaya, İnönü tarafından siyasetin dışına çıkarılan isimlerden biriydi. Ancak Atatürk ve İnönü döneminin tüm üst düzey yöneticileri ve tanınmış isimleri (Çakmak, Saracoğlu, Karabekir, Mahmut Esat Bozkurt…) savaşın dışında kalma noktasında hemfikirdi. 

Atsız, kendilerine yakın hissettiği Başbakan Şükrü Saracoğlu’na “Başvekil Saracoğlu Şükrü’ye Açık Mektup” (Orhun, sayı 15, 1 Mart 1944) ve “Başvekil Saracoğlu Şükrü’ye İkinci Açık Mektup” (Orhun, sayı 16, 1 Nisan 1944) adıyla Orhun dergisinde iki mektup yayınladı. Atsız’ın kendini Şükrü Saracoğlu’na yakın hissetmesinin nedeni, Saraçoğlu’nun 5 Ağustos 1942 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmada, “Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir” demesiydi. Atsız’a göre, o tarihe kadar Türk milliyetçiliği “resmi bir ağızdan bu kadar kesin sözlerle hiçbir zaman açığa vurulmamıştı” ve bu sözler Türkçü çevrelerde sevinçle karşılanmıştı. Bu yakınlık nedeniyle, Atsız, Saraçoğlu’na Türkçülüğün yalnızca sözde kaldığını ve tatbikat safhasına geçmediğini ve bu nedenle de, “yurdumuzun düşmanı olan fikirlerin nasıl gelişip yayıldığını anlatmak” amacındadır. Atsız, “Türkçü Başvekil” diye seslendiği Saracoğlu’dan milliyetçilik düşmanı “komünistler”e karşı önlem almasını istiyordu. İstiklal Savaşı’na fiilen katılan bir isim olan Saracoğlu, şüphesiz milliyetçiydi ama İkinci Dünya Savaşı’na girmek gibi bir niyete sahip değildi. Bu noktada Atsız’dan ayrılmaktaydı.Diğer taraftan o İnönü’nün başbakanıydı. Atsız, bir takım komünistlerin isimlerini verdiği ikinci mektuptan sonra ortalık iyice karıştı. Atsız’ın bu mektupları yazdığı tarih Mart 1944 ve Nisan 1944’tü. Savaş, Almanya’nın aleyhine dönmüştü. Almanya, Sovyetler Birliği’nde bozguna uğraştı ve Normandiya Çıkarması başlamak üzereydi. Atsız bu mektubu birkaç yıl önce yazsa muhtemelen dergisi kapatılmakla kalırdı. Ancak artık şartlar değişmiş, Türkiye bir miktar rahatlamıştı. Nihal Atsız’ın suçladığı isimlerden biri de Sabahattin Ali idi. Sabahattin Ali, Atsız’ı mahkemeye verdi. Atsız’a mahkemede destek için gelen ırkçı-Türkçü kesimden insanlar eylem sırasında Sabahattin Ali ve Nazım Hikmet’in kitaplarını yaptılar, polisle çatıştılar. Atsız bu durumu bir yazısında şöyle anlatmaktadır:

“3 Mayıs, Türkçülüğün tarihinde bir dönüm noktası oldu. O zamana kadar yalnız duygu, düşünce olan, edebi ve ilmi sınırları pek de aşmayan Türkçülük, 1944 yılının 3 Mayısında birden bire hareket oluverdi” (“3 Mayıs 1944”, Kür Şad, Cilt 1, Sayı 2, Mayıs 1947).

3 Mayıs olaylarının yaşanmasından 16 gün sonra, 19 Mayıs kutlamaları konuşmasında Cumhurbaşkanı İnönü, yaptığı konuşmada oldukça sert bir şekilde şunları söyledi:

“Türk milliyetçiliği içinde vatan çocuklarının temiz ülkülü ve vatan fikirli olarak birbirine dayanan sağlam bir millet olması, erişilmez ve yanlış bir hayal değildir. Bunun doğru bir fikir ve erişilir bir hedef olduğunu, elle tutulur ve gözle görülür neticelerile tamamile anlıyoruz. Şimdi insaf ediniz. Türk vatandaşı yetiştirmek için bütün iyi şartları özünde toplamış olan bu feyizli yolu bırakır da ırkçıların milleti binbir parçaya ayıracak fesadlı ve nifaklı zehirlerine cemiyeti kaptırır mıyız?

Turancılık fikri, gene son zamanların zararlı ve hastalıklı gösterisidir. Bu bakımdan Cumhuriyeti iyi anlamak lâzımdır. Milli kurtuluş sona erdiği gün yalnız Sovyetlerle dosttuk ve bütün komşularımız eski düşmanlıklarının bütün hatıralarını canlı olarak zihinlerinde tutuyorlardı. Herkesin kafasında, biraz derman bulursak sergüzeştçi, saldırıcı bir siyasete kendimizi kaptıracağımız fikri yaşıyordu. Cumhuriyet kuvvetli bir medeniyet yaşayışının şartlarından bir esaslısını, milletler ailesi içinde bir emniyet havasının mevcud olmasında görmüştür. İmparatorluktan son zamanlarda ayrılmış olan komşularile de iyi ve samimî komşuluk şartlarının temin edilmiş olmasını, milletin saadeti için lüzumlu saymıştır.

Görülüyor ki millî politikamız memleket dışında sergüzeşt aramak zihniyetinden tamamen uzaktır; asıl mühim olan da bunun bir zaruret politikası değil, bir anlayış ve bir inanış politikası olmasıdır. Ancak bu inanışa vardıktan sonradır ki, etrafımızda bulunan milletleri daha yakından tanımak imkânlarını bulduk. Nereden zarar gelir ve nereden zarar gelmez, bunu ayırd etmek için zihinlerimizde ayarlı ölçüler hasıl oldu. İçerde milletin hayri ve saadeti için çalışma imkânları ve dışarıya karşı milletin emniyet ve müdafaası için lâzım olan tedbirler, salim ölçülerle gözümüzün önünde belirdi. Ve nihayet asırlar ve asırlar süren köklü düşmanlıklar yerine, 20 sene gibi kısa bir müddette, hürmet ve itimad duygularının uyanmasına imkân verdi.

Turancılar, Türk milletini, bütün komşularile onulmaz bir surette derhal düşman yapmak için birebir tılsımı bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesadcıların tezvirlerine Türk milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette Cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız. Fesadcılar, genç çocukları, ve saf vatandaşları aldatan fikirlerini millet karşısında açıktan açığa münakaşa edemiyeceğimizi sanmışlardır. Aldanmışlardır ve daha çok aldanacaklardır.

Şimdi vatandaşlarımdan iki suale zihinlerinde cevab vermelerini istiyeceğim: Irkçılar ve turancılar gizli tertipler ve teşkillere başvurmuşlardır. Niçin? Kandaşları arasında gizli fesad tertiplerile fikirleri memlekette yürür mü? Hele, doğudan, batıdan ülkeler, gizli Turan cemiyetile zaptolunur mu? Bunlar o şeylerdir ki ancak devletin kanunları ve esas teşkilâtı ayak altına alındıktan sonra başlanabilir. Şu halde yaldızlı fikirler perdesi altında doğrudan doğruya Cumhuriyetin, Büyük Millet Meclisinin mevcudiyeti aleyhinde teşebbüsler karşısındayız. Tertibciler, 10 yaşında çocuklarımızdan bize kadar derece derece, perde perde hepimizi aldatmak iddiasındadırlar.

Vatandaşlarıma ikinci sualimi soruyorum. Dünya olaylarının bugünkü durumunda Türkiyenin ırkçı ve Turancı olması lâzım geldiğini iddia edenler, hangi millete faydalı, kimlerin maksadına yararlıdırlar? Türk milletine yalnız belâ ve felâket getirecek olan bu fikirleri yürütmek istiyenlerin Türk milletine hiç bir hizmetleri olamıyacağı muhakkaktır. Bu hareketlerden yalnız yabancılar faydalanabilirler. Fesadcılar, yabancılara bilerek mi hizmet ediyorlar? Yabancılar fesadcıları idare edecek kadar yakından münasebette midirler? Bunları hüküm olarak kestirmek bugün mümkün değildir. Ama yabancıya hizmet kasdi ve yabancının yakın ilişiği hiç bir zaman meydana çıkmasa dahi hareketlerin, Türk milletine, Türk vatanına zararlı olması ve bunlardan yalnız yabancıların faydalanmış olması, söz götürmez bir hakikattir. Vatandaşlarım!

Emin olabilirsiniz ki vatanımızı bu yeni fesadlara karşı da kudretle müdafaa edeceğiz”.

Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na ne Almanya’nın ne de Sovyetlerin yer aldığı bloğun yanında girdi. Savaşa girmekten kaçındı. Almanya’nın yanında Sovyetlere karşı Türkiye’yi savaşa sokma amacını güden Turancıların, tavrı Sovyetlerin Türkiye’ye husumetini çekecek nitelikteydi. Unutmamak gerekir ki Stalin yönetimi, Balkanlar, Doğu ve Orta Avrupa’da pek çok ülkeyi Sovyetleştirdi. Takip eden yıl içerisinde Türkiye’den toprak ve Boğazlarda üs istedi. İnönü, savaş sonunda olacakları öngörerek Sovyetlerin husumetini çekecek, ona malzeme verecek eylemlere izin vermemekte kararlıydı. Dediği üzere Türkiye’yi maceralara sokma niyeti yoktu. Cumhuriyet yönetimi Hatay sorununu çözdükten sonra kimseden toprak talebi olmadan, yayılmacı amaçlar gütmeden komşularıyla barış içinde yaşamak ve kalkınmak/çağdaşlaşmak amacındaydı. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yanında yer alarak ödenen bedeli bir kere daha ödemekten bilinçli olarak kaçındı.

Sonuç olarak olaya baktığımızda Turancıların dediğini yapsaydık ve Almanya’nın yanında savaşa girseydik ne olurdu? Türkiye kaybeden tarafta yer alırdı. Sovyet işgaline uğraması büyük bir olasılıktı. Bu işgal sonrasında Türkiye’yi kim kurtaracaktı? Muhtemelen Doğu Bloğu ülkelerinden biri gibi olma söz konusu olacaktı. Bu durumda Turancıları etkisizleştirerek ülkesini koruyan İsmet Paşa haksız mıdır? Şüphesiz İsmet Paşa ülkesini maceraya sokmayarak vatanını korumuştur. İnönü’yü sevin ya da sevmeyin bu ülkeye yaptığı en büyük hizmetlerden biri Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’na sokmamasıdır.

Atsız, Dr. Rıza Nur’un manevi oğludur. Sırrı Süreyya Önder’in Öcalan’ın manevi oğlu olması gibi. Oğullar, neticede manevi babalarının fikirlerini tekrar ederler. Atsız da manevi babasının fikirlerini tekrar etmiştir. 1941’de yayınladığı Dalkavuklar Gecesi adlı eserinde alegorik bir şekilde Atatürk dönemini, Atatürk’ü ve çevresini çirkin bir dille eleştirmiştir. Bu, Rıza Nur’un ölümünden sonra yayınladığı hatıralarını çağrıştırmaktadır. Bir etkileşim olduğu, etkinin Rıza Nur’dan Atsız’a doğru olduğu açıktır.

Atsız, başta Atatürk ve İnönü olmak üzere Cumhuriyetin kurucularıyla sorunludur. Türk milliyetçiliği noktasında ortak nokta bulunsa bile, Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı ile Atsız’ın milliyetçilik anlayışının uzaktan yakından alakası yoktur. Atsız, ırkçı ve savaşçı kimliği ile Turan hayalleri kurarken Atatürk, kültür temelinde barışçı ve çağdaş uygarlığı hedefleyen bir milliyetçilik anlayışına, ulus devlet bilincine sahiptir.

Atsız, DP’nin iktidara gelişini sevinçle karşıladı. DP’nin iktidara gelmesinden sonra “Kurucular Meclisi” adlı yazısında (Orkun, Sayı 9, 1 Aralık 1950) 1920-1950 arasındaki dönem için şunları söylemektedir:

“Cumhuriyet çağının birinci ve sonuncu Millet Meclisleri milletin isteği ile namuslu seçimlerle seçilmiş kanuni meclislerdir. Diğerleri ise seçimle değil, diktatörlerin tayini ile ahbap kayırmak, geçim sağlamak, köle yetiştirmek için kurulmuş gayrimeşru meclislerdi. Bu meclislerde tek partinin adamları oturur ve bu adamlar hep birden el kaldırır, yılda 200 kanunu ittifakla çıkarır, adam döver veya öldürür, ırz ve namusa taarruz eder, saylavlık maaşından başka türlü yerlerden de kazanç sağlar ve Türkiye’nin on yılda asırlar aştığını, bütün milletleri geçtiğini söyleyerek milli mazimize ve mukaddesatımıza söverlerdi”.

(…)

Türkiye Cumhuriyeti 1950 Mayısında kurulmuştur.

Ondan önceki 1923-1950 çağı gayrimeşru ve müstebit bir diktatörlük zamanıdır. Diktatörlüğü yapan Halk Partisi, bilhassa onun ileri gelenleridir”.

Cumhuriyetin 1950’de kurulduğunu iddia edecek kadar ileri giden Atsız açısından Atatürk de İnönü de diktatördü. Peki ya Atsız’ın fikirleri demokratik miydi? Atsız’a göre 1950 öncesindeki hükümetler gayrimeşruydu, onlar birer çeteydi; mevcut yeni gelen hükümet (1950’de iktidara gelen DP Hükümeti) ise meşru idi. Eski gayrimeşru yönetimin çıkardığı kanunlarla ülkeyi yönetmek doğru olmadığından bir kurucular meclisi toplanmalıdır. Atsız, DP’nin kurucularının (Bayar, Menderes, Koraltan ve Köprülü) tek parti döneminin uzun yıllar üst düzey görevlerde bulunan yöneticilheri olduğunu görmezden gelmektedir. Dolayısıyla dönem gayrimeşru ise onların da sorumlulukları ve payları vardır. Üstelik Bayar bu dönemin başbakanlarından biridir, İktisat Bakanlığı da yapmıştır.

Atsız tüm eleştirilerinin yanında farkında olmadan İnönü’nün hakkını da vermektedir:  

“Dünya tarihinde eşi olmayan bir şekilde kan dökülmeden ve ihtilal olmadan meşru bir hükümet gayrimeşru bir hükümetin yerine geçmiştir”.

Atsız’ın sözünü ettiği şey her şeyden önce İnönü’nün başarısıdır.

İlerleyen yıllarda Atsız’ın Atatürk dönemine daha olumlu baktığına ilişkin yazılarına rastlamak mümkündür (“Kürtler ve Komünistler”, Ötüken, Sayı 28, Nisan 1966):

“Türkiye Cumhuriyeti ırkçı bir devlet değildir. Kültür milliyetçisi olduğunu öne sürmesine rağmen böyle bile değildir de tabiiyet milliyetçiliği ile yetinmektedir. Bu bakımdan yüksek mekanizmada Kürtlere alabildiğine yer verir.

Atatürk çağının Milli Eğitim Bakanlarından Vasıf Çınar ve İstiklal Mahkemeleri kurulundan Ali Sip Ursavaş, Kürttü. Fakat bunların aklına Türklükten ayrı bir Kürtlük diye bir şey gelmiyordu ve Atatürk çağında böyle bir şey gelmezdi de. Atatürk ortalığa bir Türklük dehşeti saçmıştı”.

Atsız’ın ve Sırrı’nın anlamadığı Cumhuriyeti kuranlar, çağdaş bir ulus devlet kurmak istediler. Bu ulus devletin milliyetçiliği kültüre dayalı idi. Yurtta barış dünya barış ilkesini acizlikleri dolayısıyla değil samimiyetle ve çağdaş bir ülke yaratmanın gereği olarak benimsediler. Onların ulus devleti, çağdoaş dünyanın ulus devlet anlayışını yansıtıyordu. Sırrı’ların yapmaya çalıştığı ülkeyi etnik temelde bölmek, Ortadoğu’daki konfesyonist devlet modeline (Lübnan, Irak ve muhtemelen yakın gelecekteki Suriye) Türkiye’yi sürüklemektir. Laik ulus devlet, Sırrı’nın iddiasının aksine Allah’ı yasaklamamıştır. Cumhuriyetin hayrını görmediğini iddia etse de (hayrını ne kadar gördüğü mal varlığından anlaşılmaktadır!) Cumhuriyet her zaman kimsesizlerin kimsesi olmuştur. Olmaya da devam edecektir.

Netice olarak manevi babanız kimse siz de o’sunuz. Manevi babası Rıza Nur olandan da manevi babası Öcalan olandan da Cumhuriyete hayır gelmez. Hem Atsız’ı sevip hem de Atatürkçü olunmaz. Hem Sırrı’yı sevip hem de Atatürkçü olunmayacağı gibi. Cumhuriyetçilerin, Atatürkçülerin ve Türk milliyetçilerinin Atatürk’ten başka manevi babaya ihtiyacı yoktur.