Osmanlı Devleti, Türklerin tarihleri boyunca kurdukları en uzun ömürlü devlet oldu. Bir tarım imparatorluğu olarak kalmasına rağmen Ortaçağın sonlarından itibaren 17. Yüzyıl sonlarına kadar Avrupa içlerine kadar genişleyip ilerleyebildi. Oysa aynı dönemde Avrupa, nüfus, üretim miktarı, sermaye birikimi, teknoloji ve enerji kapasitesi itibarıyla Osmanlı’dan 4-5 kaç daha büyüktü. Önce ticaret toplumuna sonra da sanayi toplumuna geçen Avrupa’nın hızlı yayılması ve dünyanın büyük bir bölümünü sömürgeleştirdiği halde Osmanlı Devleti’nin Avrupa topraklarından ayrılması birkaç yüzyıl sürdü. Tarım toplumundan çıkamayan Sanayi devrimini yakalayacak sosyal, ekonomik ve siyasal altyapıya sahip olmayan Osmanlı Devleti’nin nasıl olup da yüzyıllar boyunca Avrupa’ya direnebildiği meselesi üzerinde durulması gereken bir konudur.

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Tanzimat döneminin okullarından yetişen aydınlar büyük bir dönüşüm geçirdiler. Onlar için padişahın mülkü olan topraklar artık vatana, padişaha bağlılığın yerini de millete/devlete bağlılık almaya başladı. Bunun öncülüğünü Namık Kemal gibi aydınlar yaptı. Nitekim bu dönüşümü yetiştikleri okulların marşlarında bile görmek mümkündür:

Mülkiye marşında:

"Ey vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz"

Harbiye marşında:

"Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti,

Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız"

Bu idealist kuşağın en büyük derdi devleti kurtarmaktı. Bunlar başlangıçta İttihatçıydılar, sonra Kemalist… Çoğu 1912’de Birinci Balkan Savaşı yenilgisi neticesinde Balkanların kaybının da etkisiyle kurulan Türk Ocağı kökenlidir. Milliyetçidirler. Oradan ideolojik olarak savrulmuşlardır. Şevket Süreyya Aydemir, Türkçülükten Bolşevizme oradan Kemalizme yönelmiştir. Aynı durum Mustafa Suphi için de geçerlidir. O da Türkçülükten Komünizme yönelmişti. Elbette ki burada Tevfik Fikret, Abdullah Cevdet, Mehmet Akif gibi isimleri de anmak gerekir. Dolayısıyla ideolojik yelpaze geniştir. Hepsinin tek derdi ülkeyi kurtarmaktır. Buradan kaynaklanan pragmatizm ideolojilerine de yansımıştır.

Dönemin kuşağı özgürlükçü ve demokratik bir kültüre sahipti. Örneğin 1924 Anayasa tartışmaları bunun iyi bir özetidir. Meclis, 1920’de elde ettiği gücü, yani kendinin üzerinde hiçbir güç tanımama isteğini kıskanç bir şekilde korudu. Meclis sahip olduğu gücü kimseyle paylaşmak istemedi.

1921 ve 1924 Anayasaları sonraki dönem anayasalarından farklı olarak TBMM’de kabul edildiler. Demokratik bir ortamda tartışıldılar. 1924 Anayasa görüşmeleri, aynı yılın ilk aylarında yapıldı. En çok tartışılan konu, Cumhurbaşkanına Meclisi feshetme yetkisinin verilmesiydi.

Söz konusu maddeye tepkiler gecikmedi. İlk olarak söz alanlardan biri Saruhan milletvekili Reşat Beydi:

“Arkadaşlar, bendeniz arzuyu, heyecanı ve şahsi kanaatimi şu suretle hulasa edeceğim. Maruzatım uzundur. Fakat bazıları mütehassıs oluyorlar. Müteessir oluyorlar. Kanaatı katiyem şudur ki farzı mahal olarak Allah Reisicumhur olsa, kati arzediyorum, kestiriyorum (Haşa sesleri) Haşa… melaikei kiram heyeti vekile olsa fesih selahiyetini verecek yoktur. (alkışlar)

İzmir milletvekili Mahmut Esat Bey (Bozkurt) ise şunları söylüyordu:

“Efendiler, iyi bir hükümet gelir, iyi bir reisicumhurumuz vardır. Bunlara riayet eder. Doğrudur. Fakat mesele bir reisicumhur meselesi değildir. Bütün bir Türk mukadderatı meselesidir. (Bravo sesleri)”

1924 yılında kurtarıcı ve kurucu öndere gösterilen bu direnç, bugünün TBMM’sinde gösterilebilir mi? II. Abdülhamit’in (1878’de) ve Vahdettin’in (1918 ve 1920’de) parlamentoyu feshetme yetkisinin geçmişte yol açtığı sorunlardan yola çıkarak milletvekilleri bu yetkiyi cumhurbaşkanına vermek istemediler. Bu yetkiyi vermeye karşı çıkan Mahmut Esat Bozkurt ve Şükrü Saracoğlu, Çankaya’ya davet edildiler. Atatürk’ü ikna ederek Meclis’e döndüler. Zaten Meclis de yetkiyi vermemekte direndi. Fesih yetkisine karşı çıkanların öncülüğünü yapan Mahmut Esat Bozkurt, bu tarihten 6 ay sonra Adalet Bakanı oldu. Günümüz Türkiye’sinde böyle bir şey mümkün müdür? Herhalde burada kurucu babaların liyakate verdiği önem ve diğer taraftan da demokrasi kültürleri hayranlık uyandırıcı.

Cumhuriyetin kurucu kadrosu devrimci oldukları kadar hümanistti de… 1926’da ülkeyi kurtaran ve Cumhuriyeti kuran kadronun bir bölümü tasfiye edildi. A takımı diye tanımlayabileceğimiz kadrodan Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay ve Refet Bele, kansız bir şekilde siyasal yaşamın dışına çıkarıldılar (Fransız ve Sovyet devrimlerinde yaşanan kanlı tasfiyelerle Türk Devrimi’ndeki tasfiyeleri karşılaştırmak anlamlı olacaktır!). Çünkü modernleşme sürecinin köktenci boyutuna direnç göstermişlerdi. Yönetimde Mustafa Kemal, İsmet ve Fevzi Paşalar kaldı. Modernleşme süreci büyük ölçüde başarıldıktan sonra tasfiye edilenler kademeli olarak siyasal yaşama döndüler. Atatürk, Cebesoy ile Bele’yi milletvekili olarak parlamentoya alırken, İnönü de Karabekir ve Orbay’ı parlamentoya dahil etti. Dolayısıyla Atatürk’ün muhaliflerle barışma politikasını İnönü de sürdürdü. Üstelik 1938’de Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre önce 150’liklerin affı da bu kapsamda değerlendirilmelidir.

150’liklerin ihaneti 1938’de affa dönüşürken, Ali Kemal vatana ihanetinin bedelini ağır bir şekilde ödedi… Eşi, oğlunu alıp İsviçre’ye gitti. Oğlu, Zeki Kuneralp’ti… İsviçre’de eğitim aldı. İsviçre vatandaşı olmasına rağmen Türkiye’ye dönmek ve askerliğini yapmak istedi. Askerliğini yaparken bir gün gazetede Dışişleri bakanlığının memur alacağını okudu. Komutanından izin aldı, gidip sınava girdi ve başarılı oldu. Birkaç dil bilmesi onun lehine olmuştu. Ancak Ali Kemal’in oğlu olduğu anlaşılınca konu İsmet İnönü’ye aktarıldı. Elenmesi bekleniyordu. Bu beklentiyle gelenlere İnönü, “babası Ali Kemal’se ne yapalım?” diyerek kızdı. Bu sayede Dışişlerine ilk adımını attı Zeki Kuneralp… Kuneralp’in yanı sıra oğlu Selim Kuneralp de Türkiye Cumhuriyeti’ne büyükelçi olarak uzun yıllar hizmet etti… Bu örnek de kurucu babaların liyakate verdiklerini önemin bir başka göstergesidir.

Tek parti döneminde parti içerisinde ve devlet kadrolarında liyakatin yanı sıra aranan bir özellikle de Milli Mücadele’ye karşı çıkmamış olmak, Milli Mücadele’den yana tavır almaktı. Nitelikli eleman yetiştirmek ve bunların yetişmesi için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamak dönemin dikkat çekici özellikleriydi. Nitekim, tek parti dönemi boyunca yurt dışına sınavla ve özenle seçilerek gönderilen öğrencilerin seçiminde liyakat en önemli aranan şarttı. Yapılan doğru seçimle Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yurtdışına gönderilen öğrencilere Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyorum; alevler olarak geri dönmelisiniz!” demişti Cumhuriyetin kurucu babası… Kimler yoktu ki aralarında… Sorbonne’da okuyan ilk Türk kadını ve Madam Curie’nin öğrencisi Remziye Hisar, Ahmed Adnan Saygun, Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın varlığını ilk kez ortaya koyan jeolog İhsan Ketin, kendi kuramıyla dünyanın ünlü matematikçileri arasına giren Cahit Arf, Cahit Sıtkı Tarancı, ressam Mahmut Cûda, tarihçi Enver Ziya Karal, metalurji mühendisi Şahap Kocatopçu, arkeolog Ekrem Akurgal, Afet İnan… Bu kuşak kendilerine yüklenen sorumluluğun bilincindeydi. Ülkenin kıt imkanlarının kendilerine harcandığının farkındaydı. Bunun inanç ve bilinçle ülkeye döndüklerinde büyük bir şevkle, vatan ve millet aşkıyla ülkenin kalkınmasına emek harcadılar. Sadakatleri Cumhuriyete idi, Türk milletine ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne idi. Ülkede yükselmelerini sağlayacak bir liyakat sisteminin olduğunu açık bir şekilde görmekteydiler. İdealizmleri ile harmanlanan bu liyakat sistemi ülkede tarihimizin en önemli kalkınma hamlelerinin gerçekleşmesine imkan sağladı. Onların muhtaç oldukları kudret, tarihimizde mevcuttu.

Liyakat sisteminin işlediği, TC’nin bir diğer açılımının “tanıdıklar cumhuriyeti” olmadığı günleri görmek dileğiyle… Nice güzel yıllar…