27 Mayıs 1960 askeri darbesinin 65. Yılındayız. Buna binaen muhtemelen yine Menderes ve 27 Mayıs üzerine değerlendirmeler yapılacaktır. Bu değerlendirmelerin bir bölümü akademik nitelikte olsa da önemli bir bölümü siyasal ve ideolojik nitelikte olacaktır. Türkiye’de yakın tarihe siyasal ve ideolojik çerçevede bakan bir hayli popülist isim bulunmaktadır. Muhafazakar-İslamcı ve hatta Türkçü çevrelerin tarih anlayışını şekillendiren isimlerin başında Rıza Nur, Necip Fazıl Kısakürek ve Kadir Mısıroğlu gibi isimler gelmektedir. Bu kişilerin tarihe bakış açısı gerçeklerin çarpıtılması, yalanlarla harmanlanması ve dar ideolojik kalıplarla bakılması şeklindedir. Dolayısıyla söz konusu bakış tarih anlayışımızı zehirleyen unsurlardan biridir. Ancak ne yazık ki farklı ideolojik çevrelerde de benzer zehirleyici/tahrip edici fikirlerini topluma zerk edenler bulunmaktadır.

Bu yazımda Necip Fazıl Kısasürek’in Benim Gözümde Menderes (Ötüken Yay., İstanbul, 1970) kitabında yaptığı değerlendirmelere değineceğim. Kısakürek’in kitabı tek parti dönemine dair aktardıklarıyla başlıyor. Atatürk’ün yakınlarının İstiklal Marşı yerine bir milli marş yazdırma sevdasına kapıldıklarını, Mehmet Akif’in yazdığı marşın yerine yenisini koymak istediklerini anlatıyor:

“1936 yılında Atatürk’ün yakınları, yeni bir Milli Marş sevdasına düşmüştür. Mehmet Akif merhumun İstiklal Marşı yetersiz görülmekte ve yerine Türk’ü yepyeni bir gaye ve hamle içinde gösterecek bir eser aranmaktadır. Bu cereyanın başında da ‘Ulus’ Başmuharriri Falih Rıfkı Atay vardır.

Eser Büyük Millet Meclisi’ne kabul ettirilecek ve şairine 10 bin lira mükafat verilecektir. Bunun için ‘Ulus’ gazetesinde büyük bir müsabaka açılmıştır”.

Necip Fazıl kendisine yapılan baskılar neticesinde yarışmaya şiirini gönderir. Sonradan Büyük Doğu Marşı olarak tanınacak olan marş, Atatürk’ün hastalığı nedeniyle kendisine sunulamaz ve bu girişim yarım kalır. Marşı alanlar, içerisindeki İslami niteliği anlamazlar (ss. 36-37).

Marş ile ilgili olarak Necip Fazıl’ı düzeltelim. Birincisi yıl 1936 değil 1937. Marş, İstiklal Marşı yerine bir marş konmak için değil 10. Yıl Marşı gibi bir marş yazdırmayı amaçlamaktadır ve Cumhuriyetin 15. Yılına ilişkin, 15. Yıl Marşı istenmektedir. Dolayısıyla yeni bir İstiklal Marşı yazdırmakla alakası yoktur. Necip Fazıl olayı çarpıtmakta ve yalan söylemektedir. İstiklal Marşı gibi bir yeni marş yazdırılacak olsa herhalde bu konuda yarışmayı Ulus gazetesi değil TBMM açardı. Tıpkı 1921’de olduğu gibi. Gazetenin açtığı yarışmayı devletin açtığı bir yarışma olarak sunmak tam Necip Fazıl’lık. Fazıl’ın parayı da abarttığı görülmektedir. Güfte yani söz için verilecek ödül 500 lira iken bunu 10 bin lira olarak (20 kat fazlası) anlatmaktadır. Yalan, abartı, çarpıtma maalesef hepsi var. Yarışmanın ilk duyurusu 10 Kasım 1937’de, ayrıntısı ise 14 Kasım 1937’de Ulus gazetesinde ilan edilmiştir. Ne yazık ki Necip Fazıl’ın bu yalanı doğru kabul edilerek pek çok araştırmada ve yayında halen tekrar edilmektedir.

Necip Fazıl, Cumhuriyetin ilk yıllarında Fransa’ya devlet bursuyla felsefe okumaya gönderildi. Ancak alkol ve kumar bağımlılığı nedeniyle başarısız oldu ve bursu kesildi. Bu nedenle ülkeye geri dönmek zorunda kaldı. Kendisinin kumar tutkusu ileri boyutlardaydı. Arkadaşına ilaç alması için kendisine verilen parayı kumarda kaybedecek kadar bir kumar tutkunuydu. 1934 yılında Nakşi Şeyhi Abdülhakim Arvasi ile tanışması onda büyük bir ideolojik değişime yol açsa da bazı eski alışkanlıklarını sürdürmeye devam etti. Fazıl, her dönem iktidarların imkanlarından ve desteğinden yararlanmayı bildi. İş Bankası’nda görev aldı. İş Bankası tarafından finanse edilen bir Ağaç adında bir dergi de çıkardı.

1943-1978 yılları arasında kendisini ünlü kılan Büyük Doğu dergisini çıkardı. Bu, tek parti döneminde ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında çıkan ilk ve tek İslamcı dergidir. Dergide İslamcı kimliğinin yanı sıra masonluk, Yahudilik ve komünizm aleyhtarı yayınlar yaptı. Dergiyi çıkarmaya başladığı tarihlerde CHP’den milletvekili olmak için başvuruda bulundu. Başvuru derginin çıkmasından önceydi. Olumsuz yanıt almak Fazıl’ı öfkelendirmiş olmalı. Ancak Fazıl’ın CHP’den beklentisi bitmedi. 1947 yılında CHP Sanat Ödülü’ne aday oldu.

DP iktidara gelince, doğal olarak Demokrat Partiye yanaştı. DP’nin kurucuları içerisinde Bayar’a değil de Menderes’e yakınlaşmak istemesi kayda değerdir. Kendi menfaatleri ve İslamcı siyaseti açısından Bayar’dan değil Menderes’i kendisine daha uygun gördüğü varsayılabilir. Bunda Bayar’ın Atatürk ve laiklik konusundaki anlayışının Kısakürek’le örtüşmemesinin etkili olduğunu düşünüyorum. Necip Fazıl ve çıkardığı yayın organları besleme basın kategorisinde değerlendirilebilir. Ancak diğer taraftan Kısakürek’in karşısındakini kendi menfaatleri için kullandığı çok açıktır. Nitekim DP’nin iktidar dönemini küçümseyici bir şekilde dönemlere ayırması dikkat çekicidir:

- Hedefsiz Gayret Devri (1950-1954)

- Boşuna Zahmet Devri (1954-1957)

- Boyuna Gaflet Devri (1957-1960)

DP karşıtı bir çizgide yer alan Metin Toker, DP yanlısı görünen Kısakürek’e göre DP’yi çok daha objektif değerlendirmiştir. Aynı yılları Toker, “DP’nin Altın Yılları (1950-1954)”, “DP Yokuş Aşağı (1954-1957)” ve “Demokrasiden Darbeye (1957-1960)” olarak tanımlamaktadır.

Menderes’in İslami kimliğe yönelik girişimlerini övgüyle karşılamaktadır. Menderes’in iktidara geldikten hemen sonra DP’nin İzmir il kongresinde şunları söylediğini belirtmektedir:

“Şimdiye kadar baskı altında bulunan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılap softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek ezanı Arapçalaştırdık. Mekteplerde din derslerini kabul ettik. Radyoda Kur’an okuttuk. Türkiye bir Müslüman devletidir ve Müslüman kalacaktır. Müslümanlığın bütün icapları yerine getirilecektir”.

Kısakürek’e göre bu konuşma, “Hiroşima’yı göklere uçuran atom bombası kuvvetinde bir laf” idi. “Bu, korkunç bir sestir. Tanzimat’tan beri kolladığımız, o tarihe göre de tam 111 yıldır beklediğimiz bir ses…” (ss. 212-213).

Kısakürek, İslamcı kimliğinin yanı sıra masonluk ve dönmelik (Sabetaycılık) karşıtı bir kimliğe sahipti. Bu noktada Ahmet Emin Yalman’ın Hüseyin Üzmez tarafından Aralık 1952’de Malatya’da vurulması nedeniyle, Kısakürek azmettirici olarak suçlandı. Kitabında Yalman’dan Sabetay Sevi oğullarından ve dönme olmakla itham eden Kısakürek, Ziya Gökalp’ın Yalman’ın 1914’te Darülfünun Sosyoloji kürsüsüne almasını eleştiriyor (s. 271):

“Vah, kendisine yardımcı olarak bu dönmeyi seçen Türkçü Ziya Gökalp’a, vah!

(…)

… bize Ahmet Emin kadar, Allah düşmanı Ziya Gökalp’ı da tanıtacak karineler vardır. Anlayın, dönme, Yahudi ve mason kuklası İttihatçıların ideologu Ziya Gökalp’ın karakterini!...”

Kısakürek, Menderes’i başta CHP olmak üzere muhalefete karşı sert olmamakla, kararlı durmamakla eleştirmektedir (s. 279):

“Ah Adnan Bey, ah; sen sadece parçalamak, yıkmak, devirmek için Allah tarafından getirildiğin makamda, bizzat parçalanmak, yıkılmak, devrilmek için ne lazımsa yaptın!...”

Kısakürek, Menderes’le yaptığı bir görüşmede, Menderes’ten CHP’yi ve onun “bütün eserini, dine, ruha, ahlaka, tarihe, kültüre, adalete, hükümet idaresine, her şeye, her kıymete, köylüye, şehirliye ve topyekun madde ve mana planında yaptığı tahripleri iz bırakmamacasına” silmesini, yerle bir etmesini istemektedir (s. 338). Aslında Menderes’le Kısakürek’i bir araya getiren nedenlerden biri de CHP ve İnönü düşmanlığıdır.

Kısakürek’in yazdıklarında 6-7 Eylül Olaylarının planlayıcısının DP olduğu ama eline yüzüne bulaştırdığı ifade edilmektedir (ss. 341-357).

Fazıl kitabında II. Abdülhamit’ten “Ulu Hakan” diye söz etmektedir. Aslında “Ulu Önder” Atatürk kavramının karşısına bir başka “Ulu” çıkarmaktadır. Kısakürek’e göre, Abdülhamit Han, Filistin’de Yahudilere “kurabiye parçası kadar bile” toprak parçası vermemişti (s. 377). Filistin’de kurabiye parçası kadar toprak vermeyen Ulu Hakan’ın Kıbrıs gibi, Mısır gibi kurabiyeden büyük yerleri nasıl İngilizlere verdiğini izah etmemektedir. Üstelik bunu Kısakürek, Kıbrıs meselesini anlatırken söylemektedir.

Kitabında vasiyetinden de söz eden Necip Fazıl’ın en büyük korkusu tımarhaneye düşmekti. Allah’a kendisini bu duruma düşürmemesi için dua etmekte, Müslümanlık düşmanlarının kendisiyle alay etmesine izin vermemesini istemekteydi. Müslümanlık düşmanlarından ve münafıklardan başka herkese hakkını helal etmekteydi (s. 388).

Kısakürek, Menderes’i madde ile/imar faaliyetleriyle uğraştığı, mana ile, fikir ile uğraşmadığı gerekçesiyle eleştirmektedir. O nedenle Menderes için, “çuvala kedi dövercesine muhalefeti pataklama çareleri aramaktan ve oyun hastası bir dominocu gibi imar ve inşalara devam etmekten gayri iş kalmamıştı” demektedir (s. 393).

Kısakürek, CHP’den milletvekili olmak istediği gibi DP’den de milletvekili olmak istedi. Ancak CHP’den milletvekili olamadığı gibi DP’den de milletvekili olamadı. Basın suçlarından aldığı ceza nedeniyle af çıkarılmasını bekledi ve istedikleri yine olmadı. Kendisine başka kolaylıklar sağlandı. Ancak rahat bir hapis hayatı sağlansa da bu onu tatmin etmedi. Buna olan tepkisini şöyle dile getirmektedir (s. 394):

“Buna rağmen yine Demokrat Parti zaferine dua et, en büyük hissesi sende olarak sırf Müslümanlar yüzünden zafer kazanılsın, Meclis toplansın, yine iş yok!...”

Bu cümlede Necip Fazıl’ın narsistik karakteri açıkça görülmektedir. DP’ye seçim kazandıran sadece Müslümanlardır ve bunda da aslan payı Necip Fazıl’ındır. Kısakürek açısından DP’nin hizmetlerinin bir önemi yoktur. Nitekim bunları kitabının çeşitli yerlerinde madde ve imar faaliyeti diye küçümsemektedir.

Yazılarında aşağılayıcı ifadeler kullanmaktan çekinmeyen ve bundan dolayı da muhalefet tarafından sıklıkla mahkemeye verilen Kısakürek’in en büyük destekçisi iktidardı. Örneğin 1950 öncesinde CHP’nin son başbakanı Şemsettin Günaltay için şu ifadeleri kullanmaktadır (s. 407):

“Maymuna benzettiğimiz, sonra da bu benzetişten dolayı İlahi Divanda bizden davacı olmamaları için maymunlardan af dilediğimiz, medrese kaçağı eski bir Başvekil hakkında sorulan suale şu cevabı veriyorduk:

-Evet; benzetişimizden dolayı maymunlardan af dileriz!”

1959’da Menderes’in uçak kazasından kurtulmasından sonra, Menderes’e “ya ol, ya öl” diye uyarı yazıları yazan Necip Fazıl’a göre, Menderes, “cani ve katil muhalefeti tasfiye et”meliydi (s. 408).

Uşak’ta taşlanan ve başından yaralanan İnönü’ye ise öfkesi büyüktür. İnönü’ye, “sana küçük bir flasterle örtülecek bir yara değil, vatan boyunda bir kefen lazım” demektedir (s. 409). Kısakürek’e göre İnönü, İnönü zaferi sırasında yaşanan bir ricat sırasında kaçıp samanlığa saklanmıştı (s. 421). CHP, ihtilal hazırlayıcılığından dolayı kapatılmalıydı. Sonra da memleketin en yüksek dağına çıkıp “Kimmiş o, ihtilal yapacak zümre; göstersin boyunu da görelim!” denmeliydi (s. 421). CHP’nin karşısında Necip Fazıl’ın milliyetçi ve mukaddesatçı gençliği çıkartılmalıydı. Ancak bu bir durumda Bayar, CHP’nin yanında yer alacağını belirtmişti. CHP’ye karşı girişilecek dini/manevi taarruzda Bayar, DP’nin yanında olmayacaktı Necip Fazıl’a göre (ss. 422-423). Üniversite olayları sırasında (Nisan 1960), gençlerin bir buçuk ölü yerine 150 ölü vermesi söz konusu olsaydı, ortada bir hükümet olduğu anlaşılır ve bunun neticesinde her şey kontrol altına alınırdı. 21 Mayıs’taki Harp Okulu öğrencilerinin sessiz yürüyüşü, darbe öncesinde bir keşif niteliğindeydi, nabız ölçümüydü. Bu durumda CHP’yi kapatmak, liderlerinin başını ezmek gerekiyordu. Diğer taraftan madde imarından önce ruh kalkınması yapılmalıydı (ss. 428-429). Necip Fazıl, Menderes’e, “çengiler gibi tef ve zil çalarak ihtilal geliyor” demişti (s. 430).

Menderes ile ilgili yaptığı değerlendirmelerin bir yerinde “Menderes ve Kadın” başlığı açan Kısakürek, “Menderes’in büyük bir kadın iptilasına düştüğü muhakkak” demektedir (s. 448).

Kısakürek, DP iktidarı boyunca örtülü ödenekten en çok para alan gazeteci/yazardır. Bu nedenle örtülü ödenek davası dolayısıyla Yassıada’da yargılandı. Yassıada yargılamaları yakın dönem Türkiye tarihinin en utanç verici davalarının, yargının siyasallaşmasının en somut örneklerinin başında gelmektedir. Bu noktada Tahkikat Komisyonu, bir yasama organı komisyonu olarak nasıl ki kendini yargı yerine koyduysa, siyasal gücü elinde tutan darbeciler de 1960-1961 yargılamalarında yargıya müdahale ettiler. Bunun bir benzerini de yakın tarihte Ergenekon-Balyoz davalarında gördük. Türkiye’nin her türlü darbeden, vesayet rejiminden kurtulduğu ve demokratik ulus devletin yeniden ve güçlü bir şekilde kurulduğu, laikliğin ve yurttaş kimliği etrafında birleştiğimiz bir Türkiye diliyorum.